Üç yıla yakındır gündemin ilk sırasında tutulan “paralel yapı”
ve 15 Temmuz kalkışmasından sonraki adıyla “FETÖ” meselesi, bir
yere kadar daha ziyade bir “ulusal güvenlik sorunu” olarak
gösteriliyor ve MGK, MGSB referanslarıyla operasyonlara konu
ediliyordu.
Gelinen aşamada ise topyekûn bir imha ve tasfiye süreciyle karşı
karşıyayız.
Özellikle 15 Temmuz kalkışmasıyla birlikte öylesine bir kampanya ve algı operasyonu yürütüldü ki, hedefe konulan camia adeta tamamen “şeytanlaştırıldı.”
Başlangıçta “Bizim meselemiz devlette yuvalanmış paralel çeteyle, cemaatin masum tabanıyla işimiz yok” denilir ve yakın zamana kadar “tabanı ibadet, ortası ticaret” denilen kitlenin “ihanet”le suçlanan “tavan”ı hedef alınırken, şimdi bu ayrımlar tamamen terk edilip tabanı da kapsayan bir cadı avı tamgaz sürdürülüyor.
90’lık dedeler, tesettürlü hanımlar, esnaf... ters kelepçelerle derdest ediliyor.
15 Temmuz’dan sonra iyice hız verilip yaygınlaştırılan tasfiyelerde istisnasız bütün kurumlardaki kadrolar hallaç pamuğu gibi atılır, görülmemiş gözaltı ve tutuklamalar yapılırken, dumanlı havayı seven tetikçi muhbirlerin zaten “fazla mesai” düzeninde alabildiğine yoğun çalıştığı bir ortamda insanlar çevrelerindeki “FETÖ”cüleri ihbar etmeye çağrılıyor.
Böylece kimsenin kimseye güvenmediği ve herkesin birbirine şüpheyle baktığı dehşetli bir fitne ortamı oluşturuluyor.
Ve “kripto FETÖ”cü ithamıyla, sonu asla gelmeyecek bir kısır döngüye giriliyor. Dahası, asılsız ihbarlar ve iftiralar da “FETÖ”nün işi olarak gösteriliyor. Veya matruşka örneği üzerinden, “FETÖ’cüyü tesbit edip harcadık, yerine getirdiğimiz de FETÖ’cü çıktı” mantığıyla, yine aynı fasit dairenin içinde dönülüp duruluyor.