Bediüzzaman’ın yaptığı izahlarla verdiği örneklere bakınca, şehitliği sadece savaş ve çatışmalarda can verenlerle sınırlamayıp, çok daha kapsamlı bir çerçevede yorumladığını görüyoruz.
Bu bağlamda, “patent”i Said Nursî’ye ait olan manevî cihad kavramının altını özellikle çizmek gerekiyor. Manevî cihadda kılıç, top, tüfek yok; fikir ve kalem var.
Bu cihaddaki şehadet manası da ona göre şekilleniyor ve çok orijinal boyutlarıyla manevî şehitlik kavramı gündeme geliyor.
Aslında onun hayatında ve fikirlerinde cihadın her çeşidi mevcut. Meselâ, Rus işgaline ve Ermeni çetecilere karşı vatan müdafaası için maddî cihada koşar ve bu savaşta Ubeyd başta olmak üzere birçok talebesi şehit düşerken, ilim, eğitim, ekonomi gibi alanlardaki çalışmaların da cihad anlayışı içinde yapılması gereğini vurguluyor.
“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır; bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz” sözü, bunun en veciz ve manidar ifadelerinden biri.
Esaret sonrasında döndüğü İstanbul kısa süre sonra İngiliz işgaline maruz kaldığında neşrettiği Hutuvat-ı Sitte kitapçığı ise, düşmana karşı verilen cihadda çok güzel ve çarpıcı bir “propaganda” örneği.
1926 yılından itibaren başlayan Risale-i Nur eksenli iman hizmetinde ise manevî cihad öne çıkıyor. Bu hizmet ve cihada katılanların hedefi önce kendilerinin, sonra başkalarının imanını ve ebedî hayatını kurtarmak. Bu hedef, onları dünyevî, siyasî ve maddî eksenli her türlü mücadele ve çatışmaya girmekten kesinlikle alıkoyuyor.
Manevî cihadda nur var, topuz yok.