Devletlerin istihbarat birimleri, baskı rejimlerinde ağırlıklı şekilde içe dönük faaliyet gösterir, toplumu takip ve kontrol altında tutmanın en etkili aracı olarak kullanılırken, demokrasinin yerleştiği ülkelerde daha ziyade dışa dönük çalışır, ancak gerek dış, gerekse iç faaliyetlerinin kontrolünde ciddî zorlanmalar yaşanır.
Türkiye gibi padişahlık, tek adam, tek parti rejiminden gelip hâlâ demokrasiyi yerleştirme sancıları çeken bir ülkede bu zorlukların çok daha fazlasıyla karşılaşılır.
Bediüzzaman’ın İttihad Terakkî devrindeki hafiyeler için söylediği “Şimdiki hafiyeler eskisinden beterdirler. Bunların sadakatine nasıl itimad olunur? Adalet bunların sözlerine nasıl bina olunur?” sözü (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 120), sonraki dönemler için de ziyadesiyle geçerli.
O zamanki hafiyelik sistemi, cumhuriyet adı altında kurulan tek parti diktasında daha da kurumsallaştırılıp Nurcular başta olmak üzere dindarları takiple görevlendirildi.
Ve devrimlerin propagandisti olarak yapılandırılan basın, mürteci diye yaftalanan dindarları jurnallemek için kullanıldı. Gazetelere hem “muhbirlik” yaptırıldı, hem de sayfa ve köşeleri istihbarat bültenlerine dönüştürüldü. 1950 öncesinde de, sonrasında da, ihtilal dönemlerinde de ve son olarak 28 Şubat sürecinde de gazete sayfaları ve ekranlar istihbarat kaynaklı, yalan yanlış ve uydurma iddialarla dolduruldu.
Sonra da bunlarla hazırlanan dosyalardan hareketle iddianameler hazırlanıp davalar açıldı. Ama hemen hepsi “fos” çıktı.