Bediüzzaman, 1950’den sonra milletin oylarıyla iktidara gelen DP iktidarına risalelerin “resmen” neşri talebini iletirken, CHP’nin tek parti devrinde eserlere konulan “kanunsuz” yasağın kaldırılıp, külliyatın matbaalarda serbestçe basılarak özgürce okunabileceği ve yayınlabileceği hürriyet ortamının tesisini istiyordu.
1950’de Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’ye, bizzat tashih ettiği eserlerini hediye edip, ondan “Tedricen neşrine çalışacağız” sözü aldığında da asıl niyet ve maksadı buydu.
Ne yazık ki, o dönemde bu mümkün olmadı. Ama Risale-i Nur kendi yolunu kendisi açtı ve 1956’da külliyatın takım olarak matbaalarda basımı gerçekleşti. Ondan sonra da bu neşir hizmeti çığ gibi büyüdü ve gelişti.
Kemalist zihniyetin yıllarca devleti, hattâ Diyanet’i kullanarak bu hizmetin önüne çıkardığı engeller, Nur camiasının müsbet hareket çizgisindeki kararlı ve sebatkâr tavrıyla aşıldı ve risalelerin neşri hizmeti, Said Nursî’nin baştan beri esas aldığı “sivil” zeminde bugünlere erişti.
***
Sadeleştirme yanlışının “çare”si olarak, insanlar, risalelerin devlet tekeline alınarak resmîleştirilmesi gibi bir başka yanlışa mı yönlendiriliyor?
Eğer öyle ise, buna kesinlikle rıza gösterilemez ve onay verilemez. Bütün Nur cemaatlerinin de buna karşı ortak tavır koyması gerekir.
Diyanet’in böyle bir projeye alet edilmesi de hiçbir şekilde tasvip edilemez. Risaleler, hele devlet ve iktidara bağımlı bir statüden hâlâ çıkarılamamış, vesayet altında resmî bir kurum niteliğindeki Diyanet üzerinden tekelci bir anlayışla resmî yayın şablonuna hapsedilemez.