Fıkıh, ilahiyat, hukuk alanlarında neredeyse yüzyıllardır devam
eden bir “şer’î ve örfî hukuk” tartışması var.
Bu tartışmada öne çıkarılan görüş şu:
Hayatın hızlı ve dinamik akışıyla ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara şeriat hukuku ve fıkıh cevap vemekte yetersiz kaldığı için örfî hukuk devreye girdi. Fetva ve içtihatlarla çözülemeyen konular kanunnamelerle tanzim edildi.
Laik, seküler hukuka geçişle devam eden bu süreci “din dışı kurallarla düzenlenen alanın genişlemesi” diye yorumlayanlar var.
Laikliğe “dini dışlayıcı” bir tanım getiren anlayışla bakılırsa bu yorum doğru olabilir. Ama işin aslı öyle değil, gerçek daha farklı.
Bu farkı görmek için “Şeriat ikidir” diyen Said Nursî’nin yaptığı tarife bakmak lâzım.
Ona göre, bunlardan biri insanın hayatını tanzim eden bildiğimiz şeriat, yani dinin esasları. İman, ibadet, ahlâk, muamelât ve ukubattan oluşan bir inanç ve hayat düzeni.
Bu düzenin temeli iman, ona bina edilen ibadet ve yine ondan kaynaklanan ahlâk.
Toplumsal ve kamusal alana dair kuralların söz konusu olduğu muamelât ve ukubatta, Bediüzzaman’ın “Âlemdeki işleyişi düzenliyor” dediği ikinci şeriat da devreye giriyor.