Türkiye’nin, sonu bir türlü gelmeyen kahredici bir terör sarmalı
içinde giderek daha da derinleşen endişelerle yoluna devam etmeye
çalışırken, artık bazı şeyleri sorgulaması gerekiyor.
Her biri içimizden nice canı koparan saldırılar sonrasında yetkili
ve sorumlu konumdakilerin kuru hamasetten öteye gitmeyen
beyanatları artık gına getirdi.
Bu beyanlardaki çelişkiler de cabası.
Bir taraftan adresi meçhul “Kimse sabrımızın sınırını denemeye kalkmasın, haddini bildirir, pişman ederiz” çıkışları, diğer taraftan “Ülkemizi bir macera ve türbülansa sürüklemeyiz” güvenceleri...
Türkiye’yi hedef alan terör fitnesinin arkasında her zaman “dış güçler” oldu.
Mesele, onlara rağmen bu fitne ve tuzağı boşa çıkarıp etkisiz hale getirmek.
Bunun ilk şartı ise, olabildiğince geniş ve kapsamlı bir toplumsal ittifak ve dayanışmayı tesis edip, terörle mücadeleyi güçlü bir kamuoyu desteğiyle yürütmek.
Bunun için de, evrensel hukuk ve demokrasi prensipleri çerçevesinde yapıcı ve kucaklayıcı yaklaşımlara ihtiyaç var.
Lafta millî birlik ve beraberlikten dem vurulurken, fiiliyatta milletin geniş kesimlerini dışlayan, ötekileştiren ve yeni mağduriyetler üreten ayrıştırıcı, hukuk dışı, antidemokratik tavır, söylem ve uygulamalarla böyle bir dayanışma sağlanamaz.
“Çözüm süreci”nde meydanı örgüte bırakıp kentlere yığınak yapmasına göz yumduktan sonra, terörle mücadele adı altında yapılan operasyonlarla işi yine askere havale ederek de terör bitirilemez.
Bölgedeki son operasyonların ardından yüzlerce çocuk ve gencin daha dağa çıktığı, yüzlercesinin de kent teröründe görevlendirildiği iddiaları son derece vahim.