ANTALYA’dan tatilden dönüyorduk... Köylere yaklaşırken yol boyu
sıralanmış satıcıları görmeden geçemiyorsunuz. Yılda bir
iki kez de olsa taze, doğal köy ürünlerinden
nasibinizi almak istiyorsunuz. Şeydişehir’den sonra böyle
bir satıcıya rastladık. Bir gölgelikte kasalar içindeki
sebzelere meyvelere bakarken; “Hacı, domateslerim tazedir,
yeni kopardım,” dedi köylü. Sağıma soluma bakındım, kimseler
yok, “hacı” benim yani. Yahu bunu da duyduk dedim kendi
kendime. Bir iki kez
daha yineleyerek kuşkuda bırakmadı adam beni. “Genel müdürüm
iki kilo tart bakalım,” dedim. Sağına soluna bakma sırası
onda. Tarttı domatesi. “Genel müdürüm iki kilo da üzüm alalım
biz.” Adamın yüzünde mahcup bir gülümseme: “Genel müdür
kim, biz kim beyim!” dedi.“Genel müdürüm deyince rahatsız oldunuz
değil mi?” dedim. “Neden rahatsız oldunuz? Sizde olmayan bir
sıfatla hitap ettim de ondan. Dalga geçmiş gibi oldum. Siz,
deminden beri ‘hacı’ diyorsunuz bana, bende olmayan bir
sıfatla hitap ediyorsunuz, benimle dalga geçmiş gibi olmuyor
musunuz?” Kem küm, bir şeyler söyledi satıcı. Bir
arkadaşımızın babası imamdı, aydın bir imam. O anlatmıştı. Bir
köye atanmış, köy odasında insanlarla tanışırken, adlarını
sormuş. Senin adın ne? Hacı... Senin adın ne? Molla. Senin
adın? Hacı... Senin? Molla... Arada bir iki Ali, Veli,
gerisi ya Hacı ya Molla... Köylülere şöyle demiş bu
aydın imam: “Yahu Mekke, Medrese sizin ananızın karnında mı?
Siz ya Hacı ya Molla olarak dünyaya gelmişsiniz...” Üşenmedim bu
öyküyü anlattım satıcı köylüye,&nbs...