Epeydir bekliyorduk Ahmet Ayık kitabını. Kitap daha basılmadan okuma olanağını bulmuştum. Hamit Turhan imzasıyla çıkan kitapta aslında yüzlerce dostunun yazısı yer alıyor. Bunlar arasında tanınmış devlet adamları, bürokratlar, gazeteciler de var. Bir iki sayfalık bir yazıyla ben de güreş yaptığım yıllarda tanıdığım Ahmet Ayık’ı anlatmaya çalıştım.
Güreşi çok erken bıraktım, doya doya güreşemedim o büyük şampiyonlarla, şimdi kitaplarımla, yazılarımla doya doya yazmaya çalışıyorum. Mayomla değil de, bir gün aralarına böyle kalemimle dönmek de varmış.
İki romanımda anlattığım Türk güreşinin sporumuzu altına boğan iki dönemi, iki altın nesli var. Birinci kuşak, yani Yaşar Doğu’lar, Celal Atik’ler çok zor koşullarda güreş yaptılar. Ama Atatürk sayesinde iyi bir hocaları oldu, Finlandiya’dan getirilen Onni Pellinen’in modern Türk güreşindeki emeği unutulmaz. Bu ilk kuşak mescit altlarında, sinema, tiyatro salonlarında, sergievinde, okulların müsamere salonlarında antrenman yaptılar, güreş tuttular. İkinci kuşak için de devletin sunduğu olanaklar çok fazla değildi; Ahmet Ayık, Tevfik Kış, Hüseyin Akbaş, Mahmut Atalay, Hasan Güngör, İsmet Atlı, Rıza Doğan, İbrahim Karabacak gibi şampiyonlar Ankara’da, güreş sever bir iş insanının Yaşar Doğu’nun hatırı için yaptığı Gölbaşı Sineması’nın altında küçük bir salonda çalışıyorlardı. Eskilere göre biraz daha iyiydi durum. Lise öğrencisiyken işte bu salonda, adını andığım şampiyonlar arasında ben de ter dökmeye başladım.
“Maltepe’deki salon” diye anılır o salon… Yeşilırmak Sokağı ile Mustafa Kemal Bulvarı’nın birleştiği yerde, Gölbaşı Sineması’nın altındaydı. Şimdi yıkıldı o bina, yenisi yapıldı. Sağ taraftan, dışarıdan arka taraftaki kapıya doğru uzun merdivenlerle iniliyordu. Bu merdivenleri inip çıkarken duyduğum heyecanı hâlâ unutamam. Antrenmanım varsa ayrı bir heyecan, maçım varsa ayrı bir heyecan, tartı için geliyorsam başka bir heyecan duyardım. Maçım yoksa, seyirciysem tribünde oturmanın keyfini yaşardım. Bazen bitmek bilmezdi o merdivenler, uzardı sanki. O merdivenler, o basamaklar unutulur mu? Önünüzde yürüyüp giden grubun içinde Hamit Kaplan, Hüseyin Akbaş, Mustafa Dağıstanlı, Mithat Bayrak var. Arkanızdan gelenler arasında Ahmet Ayık, Tevfik Kış, Mahmut Atalay... Soyunma odasında İbrahim Karabacak, İsmet Atlı, Bekir Büke, Bayram Şit erken gelmişler… Sonra biz ısınmaya başlarken uzun kollarını sallayarak çabuk adımlarla hocamız Celal Atik girerdi salona. Yakışıklı hocam kim bilir hangi işinden, hangi evinden gelirdi. O merdivenler, o soyunma odaları, o kare biçiminde, söküklerini Yaşar Doğu’nun diktiği çizgisiz branda minder, o salon unutulur mu? Havuzdan çıkmak istemeyen su delisi çocuklar gibi, minderden ayrılamazdık.
Celal Hoca’mızın ilgi gösterdiği güreşçilerdendi Ahmet Ayık; eline alıp hamur gibi yoğurduklarındandı… Bir köprü çalıştırmasını anımsıyorum şimdi. Ahmet Ayık köprü kurmuş, hocamız üstten kavramış yükleniyor. Alttaki direniyor, köprüyü dikmeye çalışıyor, Celal Atik bastırıyor. Sonunda Ahmet Ayık zar zor döndü ama alnı kanlar içinde. Hocamız kanı görünce, “bırakalım” dedi. “Hayır, çalışalım hocam” dedi Ahmet Ayık. Böyle bir durumda hoca yalnız öğrencisini değil, kanlar içinde kalacak minderi de düşünür. “Hadi, duşa!” dedi.