Akdere, Ankara’da çocukluğumun, gençliğimin geçtiği bir
gecekondu mahallesi.
Romanlarımda buraları anlattım. Toprak Kovgunları’nda, Veresiye
Defteri’nde, Çürük Kapı’da.... Kısmen, Bir Başka Şehir’de...
Son birkaç yıl içinde yapıldıkları hızla yıkıldı gecekondular.
Dönüşüme uğradı, gecekonduların yerlerini apartmanlar aldı.
Yıkımlar da aynı yolu izledi, kent merkezinden dışarılara doğru.
Kente daha yakından daha uzağa doğru... Daha değerliden az
değerliye doğru. Artık eski araçlarla yapılmıyor yıkımlar. Öyle
aletler var ki, selpak gibi tertemiz yapıyor işini. Kısa bir sürede
de birkaç katlı binalar, yani apartmanlar dikiliyor yıkılanların
yerine.
Yıkılmayan, yıkamadığımız bir şey var buralarda.
Binalar değişiyor, ama kafalar değişmiyor. Görüntü değişiyor. Hatta
daha da kötüye gidiyor apartmanlaştıkça... Buralara bedava gazete
bırakma dönemi de apartmanlarla birlikte başladı.
Yakınlarımın cenazelerine gidiyorum. Ayaklarım gitmiyor.
Neden? Çünkü cehalet burularda en çok ölümlerde gösteriyor
kendini. Ölüm hâlâ bir muamma olunca, onun etrafında, yas ortamında
kafalarda kapkara yumaklarla bir şeyler örülüyor. Cenaze evi,
cehaletin alıp satıldığı, cehaletin dillendirildiği, cehaletin
masallaştırıldığı bir pazar yerine dönüyor. Hoca Arapça bir şeyler
söyledikçe bu pazar daha da kızışıyor.
Alan da memnun, satan da... Sesinizi çıkarmanız zor.
Hocam dünya pazar günü kurulmuş, değil mi? diyor masallarla
kendinden geçmiş biri.
Hoca derin derin düşünüyor. Fena sıkışmış. Sen arandın hocam,
diyorum içimden, baştan bu saçma sorulara yol açmasaydın, böyle
saçmasıy...