Avrupa'nın uygarlık tarihi açısından sicili hayli sıkıntılı. 19.
yüzyılda doruk noktasına ulaşan sömürgecilik tarihi, Avrupa
ülkeleri açısından insanlık adına unutulması zor, zihinlerden
kazınması imkânsız pek çok insanlık trajedisi ile pek çok vahşet
dolu olayla boğazına kadar dolu. Tüm bu insanlık trajedisi
tablosunun üstüne, Britanya ile Almanya arasında, kapitalist
sistemin liderliği adına yaşanmış olan ve milyonlarca insanın
ölümüne, sakat ve evsiz kalmasına sebep olan iki dünya savaşı,
bugün hâlâ jeo-politik savaşların, terör maşası ile yürütülen kanlı
operasyonların devamına sebep olan derin krizlere de zemin
oluşturmuştur. Her iki dünya savaşının tetikleyicisi ve başlangıç
noktası olan Avrupa coğrafyasının, tüm bu insanlık trajedisinden
gereken dersi olarak, 1945'ten itibaren, Avrupa'yı bir barış ve
medeniyet coğrafyasına dönüştürecek adımlara yönelmesi tüm dünya
için umuttu.
Türkiye, Anadolu medeniyetlerinin beşiği ve Kuzey Mezopotamya'nın
uygarlıklar mozaiğinin temsilcisi olarak, dünya medeniyetlerinin ve
insanlık olgusunun tam merkezinde yoğunlaşmış bir kültür ve siyaset
mirasıyla, 1959'da, daha medeni ve barışçıl bir geleceğe soyunmuş
olan 'Birleşik Avrupa' projesine dahil olacak adımları atma kararı
almıştı. Türkiye'nin AB projesine üyeliği, medeniyetler buluşması
adına, Avrupa'nın bir 'barış coğrafyası'na dönüşme hedefi
açısından, Türkiye'nin genç ve nitelikli nüfusu, dinamik
ekonomisiyle Avrupa'ya kazandıracağı imkân ve fırsatlar açısından
tartışılmaz önemdeydi. Nitekim AK Parti'nin 2002 sonunda iktidar
olması ile, 2001'den itibaren başlamış olan ekonomik ve demokratik
reform sürecinin olağanüstü hız kazanması sonucu, AB kurumlarının
coşkusu ile de teyit edilebilecek bir kararlılık ile, 2005'ten
itibaren Türkiye- AB tam üyelik müzakere süreci de başlamış
oldu.
Ne acıdır ki, 12 yıl içinde, bilhassa, küresel finans krizinin AB
ekonomilerinde, Euro Bölgesi'nde sebep olduğu ekonomik tahribatın
berbat yönetimi ile, Avrupa, 1945'ten itibaren ilk sıraya
yerleştirdiği 'barış, insan hakları ve medeniyet' merkezi olma
hedefinden hızla uzaklaştığı bir sürecin içine girmiş durumda. 4
milyon mülteciye kimseden yardım beklemeden kucağını, evini,
imkânlarını açmış Türkiye ise, Anadolu'nun, Kuzey Mezopotamya'nın
'insani değerler hazinesi'ni yaşatmayı sürdürüyor. Irkçılık ve
ayrımcılığın akıl almaz ölçüde güç kazandığı, empatinin hızla
eridiği, hoşgörüsüzlüğün ve demokraside 'çifte standart'ın
derinleştiği bir Avrupa, artık Anadolu'yu, Türkiye'yi hak etmiyor.
Bu perspektifi de göz ardı etmeyelim.