Türkiye'nin 2. Dünya Savaşı'na dahil olmaktan imtina etmesi,
yeniden ayağa kalkmakta olan ülke ekonomisi açısından, onlarca yıl
savaşmış toprakların Kurtuluş Savaşı sonrası yeniden üretkenliğe
odaklanması açısından, kurulan Cumhuriyet'in temellerini
sağlamlaştırmak adına içe kapanması açısından doğruydu. Ancak,
40'lı yılları reel sektörün önünü açacak hamlelerle geçireceğimize,
devletçiliği daha da derinleştirecek, 'faşizm' heveslisi
uygulamalarla geçirmemiz, ilk cümlede ifade ettiğim tercihin
sağlayacağı fırsatları heba etmemize sebep oldu.
Bu dönemde, yerli-milli üretime dayalı hamlelerin, özel sektör
eliyle kalkınma hamlelerinin, 1945'le birlikte davet edildiğimiz
'Atlantik İttifakı'nın telkinleri nedeniyle heba edilmiş olması da
ayrı bir üzüntü kaynağıdır.
1950'ler, 60'lardaki sanayileşme hamleleri, 'Atlantik İttfakı'nın
'tarım ambarı' tanımının dışına taşmak adına ortaya konan değerli
çabalar, acıdır ki, askeri müdahaleler ile sekteye uğradı. 1970'li
yıllarda ise, 'sağ-sol' çatışmasıyla, dışarıdan kurgulanmış
'kargaşa' ve 'bölme' taktikleriyle Türkiye neredeyse parçalanmanın
eşiğinden döndü. Türkiye 2000'li yılların başlarına kadar, 'davet
edildiği' Atlantik İttifakı'nın kendine göre 'uygun' gördüğü bir
'rol' içerisinde kalmaya zorlatıldı.
'Emperyal', başka bir deyişle 'sömürge' mantığıyla, Türkiye'nin
uluslararası ekonomi-politikte 'etkili ve güçlü' bir partner,
'stratejik değeri' tartışılmaz bir ülke olarak 'eşit koşullar'da
masada yer alması bir türlü hazmedilemedi. 1. Yüzyıl'dan bu yana
dünya siyasetinde hep ağırlığı olmuş; dünya ekonomisinin öncelikli
üretim merkezleri arasında yer alan Türkiye, Hindistan ve Çin gibi
'yükselen' ekonomilerin yeni 'konumu'nu Atlantik İttifakı bir türlü
içselleştiremedi.
Soğuk Savaş bittiğinden bu yana, Türkiye, 'tek kutuplu' dünyanın
belirsizlikleri içerisinde ve 'asimetrik tehditler'in ortasında,
Balkanlar'dan Orta Asya'ya, Afrika'dan Orta Doğu'ya, uluslararası
güvenliği sağlayacak 'insani' operasyonları sahadaki 'sert gücü'
olan Türk Silahlı Kuvvetleri ve 'yumuşak gücü' olan TİKA, Kızılay,
AFAD, Yunus Emre Enstitüsü ve Maarif Vakfı aracılığıyla,
Avrasya'nın 'oyun kurucu' ülkesi olduğunu defalarca hatırlatacak
şekilde yürüttü.
Türkiye'yi bugün artık 'dar kalıplı' bir 'elbise'ye sığdırmak
mümkün değildir. Atlantik İttifakı'nın Türkiye'ye bundan 70 yıl
önceden başlayarak, 1990'lı yılların sonlarına kadar 'dikte' etmeye
çalıştığı 'rol' misyonunu tamamlamıştır. 2000'li yıllarla birlikte,
Türkiye 'eşit ve oyun kurucu' bir ülke olarak masadaki konumunu
perçinledi. Türkiye konusunda artık Atlantik İttifakı tarihi bir
imtihanla karşı karşıya. 'Akıl Çağ'ında 'akılsız' bir tercih
yapmalarının bedeli kendileri için ağır olacaktır.