Son yıllarda, dost sohbetleri dahil, hemen her yerde
“olumsuzluklar” üzerinden konuşulduğuna şahit oluyorum. Kimi “Bu
ülke artık bitti!” diyor, kimisi “Yurtdışına gitmek lazım!” diye
başlatıyor cümleyi. Doğal olarak anlatılan karanlık hikayeler,
dinleyenleri de etkiliyor. Birazcık daha umutlu olanlar bile
geleceğe dair olumlu beklentilerini törpülemek zorunda hissediyor
kendilerini.
Oysa ben “umutsuzluğun da tıpkı umut gibi “tamamen kişiye” bağlı
olduğunu ve kim, neyi, nasıl görürse öyle konuştuğunu düşünürüm.
Yani karanlık bir gelecek hikayesi anlatanlar aslında “objektif bir
analizi” değil tamamen kendi özgün bakış açılarını anlatmış
oluyorlar. Zira biliyorum ki aynı verilerle yola çıkıp geleceğin
çok güzel olacağına inananlar ve bu inancın gereğini yapanlar da
var. Tıpkı 1919 koşullarında olduğu gibi...
Muhtemelen 1919’un ilk günlerinde de İstanbul’un sokaklarında “Bu
ülke artık bitti!” diyen insanlar vardı. Ve muhtemelen “Yurtdışına
gitmek lazım!” diyen başka gençler de birbirlerini “gaza
getiriyorlardı.” Ama aynı koşulları yaşayan bir Mustafa Kemal de
vardı bu topraklarda. O; bu ülke bitti demek yerine “Büyük Türk
milleti mücadele edecektir” diyordu kendi kendine. O; yurtdışına
çıkmanın değil ama yurtdışına çıkmış vatan evlatlarının geri
döneceği bir iklimin yaratılabileceğine de inanıyordu. Zaten bu
duygu halini de şöyle dile getirecekti: “Umutsuz durum yoktur!
Umutsuz insanlar vardır. Ben, hiçbir zaman kaybetmedim!”
Elbette umutlu olmak tek başına bir zafer habercisi değildir. Fakat
zafere yürüyecek olanlar için gerek şartlardan biri de “umutlu
olmaktır.”
Öte yandan, umutlu olmak da sanıldığ...