Evet, uzun süredir bu soru gündemde. AB temsilcileri ve Türk yetkililer arasında yaşanan her atışmadan sonra Türkiye’nin yüzünü Asya’ya çevirerek, Avrupa’ya sırtını döndüğü değerlendirmeleri yapılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Türkiye ile AB arasındaki müzakerelerin durma/ kopma noktasına gelmesinin sorumlusu olarak gösteriliyor.
Oysa AB’nin yüzü hiçbir zaman Türkiye’ye dönük olmadı. Ankara, 53 yıldır AB’nin kapısında adeta nöbet tutuyor, 2005’ten beridir de bir türlü sonuca varmayan “Tam üyelik” görüşmelerini sürdürüyor.
Türkiye’ninki uzun bekleyiş, bir arpa boyu yol alamadığı yolda öylesine çakılıp beklemeyi sürdürüyor. Bu bekleyiş milleti çoktan bıktırdı. Avrupa Parlamentosu’nun müzakereleri durdurma kararı ise sonunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı isyan ettirecek noktaya getirdi.
Sovyetler’den ayrılan ülkeler birkaç ayda AB üyesi yapılırken Türkiye’nin sonsuz bir bekleyişe mahkûm edilmesi elbette kabul edilemez; siyasi iradenin çıkıp Avrupalı muhataplarıyla ciddi ciddi konuşmalarının zamanı çoktan gelmişti.
Avrupa, üyelik sürecini bugüne değin hep Türkiye üzerinde vesayet oluşturma süreci olarak ele aldı. Üyelik şartları aslında örtülü bir şekilde Türkiye’nin yapısal olarak çözülmesini içeriyor. AB’nin yol haritası “Ne kadar vesayet, o kadar üyelik” biçiminde.
Buna son örneği, Terörle Mücadele Kanunu’nun değiştirilmesine dönük talepleri. Terörle Mücadele’nin sınırlarını Avrupa kendisi belirlemek istiyor; AB, PKK’ya dokunulmazlık sağlamak için hükümetten kanun çıkarmasını bekliyor ve bu gerçekleşmeyince de Türkiye “Üyelik şartlarını yerine getirmemiş” sayılıyor.