Bizim mahiyetimizde önce tecelli eden sonra da sabit hale gelen hakikatlerin, değerlerin hiçbirine bizler bizzat kaynaklık edemeyiz. Çünkü öz yapımız itibariyle faniyiz, geçiyiz, gidiciyiz; batmaya mahkûm ay, yıldız ve güneş gibiyiz. Halbuki bizde sabit hale gelen değerleri, kıymetleri asla mecaza yükleyemeyiz, onların sabit birer hakikat haline geldiklerini tecrübi olarak müşahede etmekteyiz. Öyleyse bu değerlerin, bu hakikatlerin değişmeyen, fenaya ve zevale savrulmayan ezeli ve ebedi bir kaynağı vardır; o kaynak bizim için bilinmez bir maruf, idraki imkansız bir bilinendir.
İKİ Cihan Serveri (a.s): “Seni hakkıyla bilemedik ey maruf, sana hakkıyla şükredemedik ey kendisine şükür borçlu olduğumuz, sana hakkıyla kulluk yapamadık ey gerçek ibadete layık olan Mabut..” diyerek, bu bilinmezliğin enginliğine; hangi manevi konumda bulunursak bulunalım, O’nu bilmekte, O’nu tanımakta sonsuza dek aciz kalacağımıza işarette bulunur. Hz. Ebu Bekir (r.a), O’nu anlamaktan aciz olmak, O’nu anlamak demektir, diyerek söz konusu hakikate gerçek bir şuur verisiyle iştirak eder.
Cenab-ı Hak, rahmetiyle, kendisini tanımamız için aramızda mevcut bilinmezlik perdelerinden bazılarını kaldırır; biz aramızdan kalkan perdeler nispetinde O’nu tanıma fırsatı buluruz. Her bir perdenin kalkışı bizi sonsuz aşk ve heyecana salar, daha fazlasını, daha fazlasını, sürekli daha fazlasını isteriz. Lakin ömrümüz kısa, yolumuz uzundur; her bir perdenin, her bir nikabın kalkışı bizim için çileli, yükü oldukça ağır gayretler gerektirmektedir. Bütün bu aleyhimize gibi görünen akabeleri, engelleri aşmak, bizim azlardan daha az, hiçe oldukça yakın iktidarımızla gerçekleşmesi asla kabil değildir.
Ama niyetimiz devreye girdiğinde, işin şekli birden değişir. Çünkü biz niyetimizle, dağların, göklerin ve yerin kaldıramayacağı kadar ağır hamuleyi kaldırabilir ve bütün zorlukların üstesinden gelebiliriz. Amelimizle ne kadar aciz, ne kadar sınırlı bir çepere hapis olursak olalım, niyetimiz bizi güçlülerden güçlü, sonsuzda pervaz etmeye azimli ve kararlı hale getirir.
İşte, Rabbimiz de bizim bu niyetimize nazar eder, verdiklerini ve de bütün vereceklerini bizdeki niyete göre bahşeder. Bizim niyetimiz, O’nu bilmek, O’nu tanımak, O’na layık kullukta bulunmak olduğu sürece O da bütün bu niyetlerimizin karşılığını bize lütfeder. Biz niyetimiz, niyetimizdeki ihlas ve samimiyeti kaybetmediğimiz müddetçe de, lütuf ve keremini üzerimizden eksiltmez. Bu hakikate işaretle hadiste, müminin niyeti amelinden hayırlıdır, buyrulur. İnsan, her zaman amele muvaffak olamaz, fakat iyi niyete her vakit muvaffak olabilir.
Niyet, bizim bütün amellerimize mana ve değer kazandıran sırdır. Namaz, oruç, zekat, hac, cihat hep niyet sayesinde ibadete dönüşür. Niyet olmadıkça yapılan bu amellerin hiçbiri ibadet anlamı kazanamaz. Hele niyette bozukluk varsa, amellerin bütünü fesada yüz tutar; insanı ahirette müflis kılacak davranışlar kategorisine dahil eder.
Efendimiz, “Ameller niyetlere göredir. Kişi için ancak niyeti vardır” ifadeleriyle içine binlerce hakikati derç etme imkanı bulunan bu çok kapsamlı hakikati “cevamiül-kelim” üslubuyla vecizelendirir. Amellerin en zoru, en zorlusu olan hicreti dahi bu perspektiften değerlendirir. Kimin hicreti, Allah ve Resulü içinse, onun hicreti Allah’a ve Resulünedir. Ama kimin de hicreti dünyalık içinse veya bir kadını nikahlamak arzusu ile yollara dökülmüşse onların hicretleri de niye niyet ettilerse onun içindir, buyurur. Niyet, ahirette, mizanda tek kriter, tek ölçüdür. Orada niyeti halis olanlar, niyetlerini gerçekleştiremese de ödüllendirilir. Niyeti bozuk olanların bütün amelleri ise yüzlerine savrulur. Hele desinler için yapılanlar..