Kur’an, kainat okumalarıyla; kainat, Kur’an okumalarıyla açılır, yorumlanır, tefsir edilirse elde edilen sonuç bizi fert, aile ve cemiyet hayatında hakiki hayata; makro-mikro alem düzleminde gerçek bilgiye, yani irfan ve hikmete ulaştırır.
Her iki cenahı birbirinden ayırdıkça, Kur’an-ı kâinattan, kâinatı Kur’an’dan tecrit ettikçe fert, aile ve cemiyet hayatında ölü doğumlar başlar; bilgi doğurganlığını kaybederek kısırlaşır, irfan ve hikmet boyutuna sıçrama yapamaz ve kendi dar mahbesine hapsolur.
Kur’an, lafzıyla manasıyla bir vahiydir ve vahyin bütün evrelerini mucizelik zirvesinde kapsayıcı özelliğe sahip tek semavi kitaptır. O, Kelam sıfatındaki varlığı itibariyle nurdur. Kur’an’ın nur olduğunu bildiren bütün ayetler (Araf, 157; Maide, 15; Nisa, 174; Teğabun, 8) bu hakikate işaret eder. Nur olan vahiy Hz. Cibril’de, kavle/ söze dönüşür.( Tekvir, 19; Hakka, 40) Bu kavil ve söz, Peygamber Efendimizin bütünüyle masum olan beşeri mahiyetinde lisana, apaçık Arapça beyana inkılap eder. (İbrahim, 4; Nahl, 103; Şuara, 195; Ahkaf, 12; Meryem, 97; Duhan, 58)
Vahyin bu halinde Hz. Cebrail ve Peygamberimiz Efendimiz sadece birer elçidir, Kur’an’ın ne lafzına ne de manasına herhangi bir müdahaleleri söz konusu değildir. Her iki elçi de vahiy kendilerine nasıl indi ise onu biri kavle diğeri de lisana dönüştürmüşler; fakat kendilerince hiçbir müdahalede bulunmadan bize ulaştırmışlardır. Kur’an’ın her türlü dış müdahaleden korunmuş oluşu daha bu son iki evrede başlar ki ayetten (Hicir, 9) kastedilen anlamlardan belki de en derini bu manadır. Ayrıca, el-Hakka, 44-47 ayetleri de bu hakikate açıklık getirmektedir.
Eğer, Hz. Cebrail’in kavli vahiy nuruyla irtibatlı değil de kendisine aitse, bu söz sadece o kategoride değerlendirilir ve onlara asla Kur’an denilmez. Nitekim Efendimizin Hz. Cebrail ile bu tür muhavereleri çok vuku bulmuştur. Ve yine eğer Hz. Cebrail’in sözü vahiyle irtibatlı olsa da onu lisana çevirmede Peygamberimizin iradi bir müdahalesi olmuşsa o söze de Kur’an değil hadis denilir.