Kaldığım yerden bu üçüncü mektubumla sana yazmaya devam ediyorum kardeşim. Seninle ben modern bilimsel metotların ürünüyüz. Bize “halinizi arz edin, içinizde tutmayın, hakkınızı söke söke alın” dendi hep. Bireysellik nefsimizi beslemiş sadece. Gönlümüzü kurutmuş. Benlik kazandıkça gizli kibre dalmışız.
Evet, bugünün ruhu bu. Hakkı kendimize izafe ettik pek çoğu gibi. Adaleti savunuyoruz, dürüstüz, çok uğraştık, hak bizden yana dedik. Dava ehli olduk. Senin kendini ifade biçimin farklı, benimki farklıydı doğal olarak.
Acizane, sokaklarda nara attım, barış ve adalet istedim, işgale darbeye işkenceye karşı yazdım çizdim bağırdım. Kalemi kıracak raddede yazılar yazdım, sorguladım, sorgulandım. Omuz omuza halkların kardeşliği diye sloganlar attım.
Gazetelerde ekranlarda tartıştım, siyasetin mayınlı arazilerinde kol kola girdiğim kim varsa giderek ayrı saflara düşüyorduk yine de. Hakkın yollarında yolculuklarında şahitlikleri kayda geçirmek için emek çektim, ter döktüm.
Adalet hakkaniyet davasının evrensel ölçüsü mazlumun sesi olmaktan geçiyordu. Her davanın mazlumu vardı. Bana yapılan haksızlıklardan fazla başkalarına yapılan haksızlıklar için mücadele ettim. Sanki haksızlık haklılık ikileminin kaynağı benmişim gibi!
Sonra bir baktım, zalimin de Allah’ı bir. O’nun izni olmadan bir yaprak kıpırdamaz ne demekmiş, her şeyi perçemlerinden tutan nasıl tutarmış! Kaderci bir tembellik değilse bu, her şeyde O’nun eylemini, görüntüsünü, varlığını görmeye başlamadan neyin iddiasında imişiz? Ne çok mesafe vardı daha.