Yerli yerine koyamadığın şeylerin zalimisin ey nefsim. Bu sebeple olsa gerek bütün savaşlardan yenik çıkıyorsun, içte dışta. Gece gündüz biliyorum diyorsun, ben biliyorum şu şöyle, bu böyle.
Ne büyük azap. İçinden geçen düşünce fikir ve yorumlara mutlak muamelesi yaparak yaklaşıyorsun. Böyle olunca da şu alemde gördüğün şeyleri ancak kendi hükümlerine delil olacak şekilde algılıyor, yargılarını doğrulamayan hiçbir şeye itibar etmiyorsun. Bu benlik zaafını, bu seni durmadan perdeleyen huyunu meşrulaştırmak için de yine kör kütük gaflet içinde bir metod izliyorsun:
Ben her şeyi görüyorum derken bile sadece senin öyle sandığın gerçeğe -ki vehimdir adı- delil olacak olayları cımbızlıyorsun. Kulağına hoş gelmeyen, gözüne muteber görünmeyen sözleri seçip alıyor, kendi argümanlarının mutlak delili olarak kılıf geçiriyorsun. Gerisini örtüyorsun. İşine gelirse!
Acaba böyle de olabilir mi, ben bilmiyor ya da noksan görüyor olabilir miyim diye bir bakmamakta diretiyorsun şeylerin ardına. Kulağın can kulağı oldu mu ki? Gözün can gözü oldu mu ey nefsim? Ya dilin can dili?
“Bana eşyanın hakikatini göster” ne müthiş bir dua. Azalarının beşi bir yerde, melekelerine secde ettirememişsin, eşyanın hakikatine, kalbin sırrına vakıf olman mümkün mü? Peki bu iddia nedir o halde? Kibirden ötesi yine benlikse, gizli benlikse... Nasıl taşıyacaksın ey nefsim emanet sırrını gerçeğe perde olan bu benliğinle?
***