Anadolu’nun hemen her beldesinde medfun bir azizin yatırı, türbesi, adı sanı bilinmeyen hak dostlarının haziresi vardır, bazen bir köşe başında yol üstünde karşınıza çıkarlar, bazen ıssız bir dağ başında. Tabii bu mezar ve yatırların bir kısmı Romalılar döneminden kalma olsa da, halkımız meşrebe menşeine pek bakmadan elini açar ve kendi bildiği dilde duasını eder her fırsatta.
Kimi çaput bağlar, kimi el açar, kimi ellerini göğsünde birleştirir. Gönlünü açan herkes fısır fısır kendiyle, kendindeki Rabbiyle konuşur durur. Bir tür sevme biçimidir bu. Kendi kendine.
Bakü’de Yahya Şirvani hazretlerinin türbesinde, Çin sınırına yakın Yesi’deki Ahmet Yesevi hazretlerinin türbesinde, Şam’da İbn Arabi hazretlerinin türbesinde, Şiraz’da Hafız’ın türbesinde ne hissettiysem, Kastamonu’da Şaban-ı Veli hazretlerinin makamında da öyle hissediyorum. Yine öyle oldu:
Elbet burada, bir toprak parçasının altında değildir Hak aşıkları. Ameli alem olmuş, gönlü kainata sığmamış olanların gerçeği ölmez, gönülden gönle canlıdır, sevdikçe bizi de genişletirler.
Evet, sevdikçe açılıyor yollar. Onların canlı sözleri gündelik hayatın hemen her hecesinde saf tutuyor, bizi birbirimize birleştiriyor, toprak savaşlarında nice kanlar dökülürken gönülde fetih oluyor. Kalbini açıp samimi bir duaya başlayan, alemlere rahmet olan Sevgili’nin sırrından bir gül illa kokluyor.
***