İbn Arabi hazretlerinin sandukasının önündeydim. On dört veya on beş yıl önce. Şam’da. Hamdediyordum. Aldığım hümanist / seküler eğitimi, geldiğim batılı çevreyi, okuduğum post modern kitapları velhasıl her şeyin ötesini tabir etmeye başladığım günlerde yazdığım ve beş yıla yayılan roman bitmek üzereydi.
Evet şükrediyordum çünkü türbede el açan, alnını secdeye götüren, Hazreti İnsan’a varmanın farzlarını merak edip uygulamak isteyen, Allah’ı sadece yukarıda değil her yerde (şah damarından yakın, kendi gerçeğinde) bilmeye talip olan biri için batı uygarlığı dışında öngörülecek bir çıkış yolu yoktu.
Çünkü bir yaratıcı varsa eğer (bilinmezcilik, ateizm vesaire derken) ona en iyi ihtimalle yukarıda veya uzakta bir yön tayin etmiştik. Hayali bir Allah. (Hâşâ!)
İşte böyle bir anda ellerimi açmış dua ederken bu hümanist, Marksist ve her türlü –ist sıfatıyla bezeli hayatımın tevhid tohumuyla nasıl yerle yeksan olmaya başladığını ifade edecek bir dil konuşuyordum. Hece hece onu sökmeye başlamıştım.
Bu köklü iç dünya değişiminin içerden dışarıya halka halka sirayet ederek nasıl dünyayı / kâinatı değiştirebileceğini bunun için bütün azalarının gönül olmasına değeceğini göstermek istemiştim romanımda.
Gerçi ben de bilmiyordum ama bilmeden biliyordum işte. Kalbin anadiliydi bu. Vehimden değil, gerçekten ibaretti. Bunu bilmesem de her şeyden işitilmekte olduğunu fark etmiştim. Bunu kelimelere dökmek bana verilmiş bir emanetti.