Manevi hayatımızın ruhu dindarlık seviyemizin ilmihal ölçümüne sığdırılmaya çalışıldığı sürece ne hayatın görünmez bağlarından ne gönülden gönle ulaşan çift yönlü yollardan ilham alabiliyoruz. Ne de bilmeden devam ettiğimiz ve eşyanın içinden yükselen o kesintisiz zikirden.
Misal bir sanat eserine güzel diyebilmemizin yegâne koşulu icracısının hangi mahalleden olduğuyla belirleniyorsa, kültür sanat zevkimiz şahsi kriterlere ve egolara endeksliyse ebette medeniyetin yapı taşı olan manevi hayatın kalbine değemeyiz.
Gelgelelim ısrarla düşünsel, fikrî, ideolojik, felsefi ve mahalleli söylemlerin kıskacındayız ve bu şekilde kalbimizin içindeki nurun parıltılarında gerçeğe odaklanmamız imkânsız hale geliyor.
***
Gerçeğe odaklanmak neden şart? Çünkü bizzat maneviyat bu. Kalbin sırrında zuhur eden mananın sahibi olmak! Eskiler ‘gerçek’ dermiş Hazreti insana. Yani insan ‘tammodel’ olduğunda ‘en güzel suret’ ile ‘kendi’ bir oluyor. Gerçek’leşmiş oluyor.
Manevi gerçeğimiz eğer manasını tabir edemediğimiz ve nefsimizde ispat edemediğimiz itikadî bilgilerden, hatta farz ibadetleri yerine getirmekten ibaret olsaydı, cemaatler evliya kaynardı.