Kıymetli bir büyüğüm bana serzenişte bulundu geçtiğimiz günlerde. Senin tasavvuf sevgin sosyolojiye mesafeli bakmana yol açmasın. Tasavvuf diye bütünümüzün anlamından ve dahi pratik somut hayatımızdan ayrı bir tür varmış da onu sevmek diye ikinci bir şey daha olmuş gibi tuhafıma gitti.
Gerçek iç içe geçmiş sefertası gibi değil miydi? Şeriat tarikat hakikat marifet. Biri diğerinin anlamında mevcut. Ayrı bir tür olarak algılanamazdı ya tasavvuf! Ayrı’sı gayrı’sı, ağyar’ı yoktu ki.
Evet, gerçeğin içi var, içi var. Daldıkça, öze yaklaşma çabasında derinleştikçe yani tevhid tohumunun nefesimizin özü olduğuna iman ettikçe, ‘tasavvufu sevmek’ tabiri layt bir söylem gibi pasifize etti beni. İçinde tatbiki olarak yaşamaya çalıştığım her şeyi!
Kendi hakikatimizin nuru ile özümüzü ayırmak gibi geldi bana. Enfüs ile afak; iç ile dış birbirinden kopuk iki ayrı şey olabilir miydi ki! Kesrette vahdet şuuru hiç mi kalmamıştı kültürümüzde?
Dışımızda çevremizde hayatımızda ne oluyorsa kendi nefsimizdeki yansımasına ayna tutmaya çalışmak değil miydi misal roman yazıyorsam, katmanlı dil tasavvuru benim için? Neresinden ne söyleyebilirim derken tasavvuf kelimesinin nasıl dejenere olduğunu bir daha fark ettim. Kavram karmaşası sözlerimizin kalbine perde olmuştu yine.
***