35 yıl önce yayıncılık ve yazı hayatına ilk adım attığımda yazmanın birbirinden bu kadar farklı biçimleri, formları, tasarımları olduğunu tahayyül edemezdim. Ne mi demek istiyorum? Muhtemelen bugünün röportajcılarının, editörlerinin, yayıncı ve yayın danışmanlarının pek dikkat etmediği, öğrenmeye keşfetmeye değer bulmadığı pek çok şeyi.
Meramımı örneklerle anlatmayı deneyeyim. 90’lı yıllarda henüz televizyon kanalları yeni yeni çeşitlenirken özellikle haftalık haber dergileri epey revaçtaydı. Dönemin efsanevi Nokta’sına da ucundan yetişmiştim, lakin asıl maceram Aktüel, Tempo gibi dergilerle başladı.
90’ların başında Aktüel dergisinde editörlük yaptığım dönem, Türkiye’de habercilik anlayışının keskin değişikliğe uğradığı döneme denk geldi. Bireysel anlatımların, haberi hikâye ederek yazmaların altın çağı.
Bir gün benim kapak ve manşetten sorumlu olduğum haber ekibinin alışkın olmadığı bir haber-analizi kapağa taşıdık. Fikri ben geliştirdiğim için yazması da bana kaldı. Sosyolojik gözlemi bol, yorumlu, örneklerle dolu ama esas olarak fikirsel bir başlık bulduk manşete. Hepimizin hoşuna gitmişti.
Gelgelelim dergi yayınlandığında patronumuz rahmetli Ercan Arıklı (ki bugün onun yayıncılık hayatımızdaki kıymetini daha iyi değerlendirebiliyorum) benim bütün hevesimi kıran bir tavırla çıkageldi: “Arkadaşlar” dedi, “bu ne rezalet!”
Zamanın ruhu gereği bir yandan bireysel hikâyelere, kişisel tanıklıklara dayalı habercilik anlayışına prim veriyorduk evet. Ama ne olursa olsun fikir yorum ağırlıklı bir konunun haber dergisinde manşet olamayacağını o gün hep birlikte idrak etmiştik. Sosyolojik, siyasi ya da magazinel söylem veya kavram ürettiğimiz çok olurdu manşet için. Ama köşe yazısı olabilecek denli fikirsel söylemlerin habercilik anlayışımızı hadım eden yanını fark etmiştik.