Gücü olanın, herkesi kendi değerlerine yönelttiği şeye medeniyet demekten kurtulamıyoruz. Medeniyet bizim nezdimizde ister ‘medine’den, ister uygur’dan (uygarlık) gelsin, kesinlikle bugün pratik ettiğimiz işgal ve terörü meşru gösteren aktörlerin algı operasyonları ve çatıştırma yöntemleriyle temellendirilmiş bir süslü söylemden ibaret değil.
“Medeniyetler arası iletişim ve etkileşim” gibi diplomasinin üstün olana göre dizayn edilmiş kavramları yüzünden baskın olana kendimizi anlatma gibi bir zafiyete düşüyoruz daha en başından. Medeniyetlerin arası olmaz.
Kıymetli bir kurumumuzun gayretiyle modül modül oluşturulmakta olan bir eğitim yöntemi var şimdi önümde. Gerçekten takdire şayan bir çaba diyerek âcizane emanet duygusuyla bir şerh düşmeye, kayda geçirmeye niyet ettim bir önceki yazımda. (Bkz: Küresel diplomasiye ‘kesrette vahdet’ dili gerek)
Küresel dilin zamanın ruhuna uygun kavramlaştırdığı söylemlerle kendi gerçeğimizin evrenselliğini asla ifade edip paylaşamayacağımızdan dem vuruyorum sık sık. Tevhid şuurunu kavramlaştırıp siyasetin sosyolojinin canlı kavramları haline getirmeyen bir küresel diplomasi yine baskın aktörlerin söylemlerini çoğaltmamıza yol açıyor çünkü.
***
‘Bizim için medeniyet ne demektir’den başlamayan bir diplomasi gerçek bir buluşmayı ve kalpten kalbe geçişi öngörebilir mi? Aydınlık bol ışıklı spotlu bir şehre medine denilemeyeceğinden hareketle, Medine-i Münevvere’nin yani ‘nurlanmış şehrin’ vücudumuzdaki / içimizdeki canlı mekanizmaya nasıl yansıdığına bizi ulaştıracak bir sanat okuması olmadan tevhid mimarisini, hat ve tezhibin ruhunu, çevre ve eşyayla ilişkimizi yorumlayabilir miyiz?