Kızılcabölük’ten Gökçeler köyüne gelirken yüzümde az önce köyün eski çeşmelerinden kana kana içtiğim suyun berraklığı vardı. Avuçlarımda az önce Fatmana’nın kabrinde ettiğim duaların sessizliği. Gönlümde ise Kızılcabölük kabristanında Niyazi Mısri’nin “Derman arardım derdime / Derdim bana dermiş imiş” nutk-ı şerifinin yazıldığı mezar taşlarına rast gelmenin zevki vardı.
Ege’nin saklı kıvrımlarında, derin vadilerinde, yeşil tepelerinde, makiliklerinde, antik taş yollarında izini hiç kaybettirmeyen bir hüzün vardır. Yıllar içerisinde kimi zaman uzun kaldığım, kimi zaman geçerken uğradığım iç Ege kasabalarında peşimi hiç bırakmayan hüznün içinde bolluğu, bereketi ve feyzi içime çekmişimdir. Ama o nefesin içinde gidip dönemeyenlerin, terk ederek gelip kalanların, gönüllü ve zorunlu sürgünlerin, özlemin yarası hışırdar durur yüreğimin yapraklarında.
Serin bir yaz ikindisinde, yazar Mehmet Gökçe ve eşi Nimet ablanın evinde, irfan sofrasındaydık. Tarladan az önce kopardığımız salatalık, domates, biber, yan komşuların tavuklarının taze yumurtası, çay, ekmek ve muhabbet. Az ileride çocuklar oynuyordu. Karşıda Babadağ, keçi sürüleri, ahlat ağaçları, dalından kopup toprağa düşmeyi bekleyen acı anılar...
***
Yıllar önce Batı Şeria’da üç bin yıllık Eriha şehrine doğru giderken yolda mevsimin en taze meyvelerini sepete doldurmuştuk. Hayatımda yediğim en lezzetli erik, şeftali, kiraz ve armudu kan ter ve gözyaşı kaplı Kudüs ve çevresinin bulunduğu bu topraklarda yerken de şimdikine benzer bir şey gelmişti gönlüme. Dökülen kan, can oluyor ve yeşertiyordu toprağı. Hiçbir şey yok olmuyor, kendi seyrinde kemâline yürümeye devam ediyordu.
Ege’nin aşağı Torosları’nda ne vakit uzun yürüyüşler yapsak taşın, otun, ağacın şahitliğini kendi dilime tercüme etmeye çalışıyorum. İnsanın üstlendiği emanetin devirden devire genişleyen külli mânâsının içinde olduğumu idrak etmeye... Varlığın miraç ede ede kendi nurunda sırlanışını okumaya çalışıyorum.