Beş yıl önceydi. Üsküdar’da bir pasajın en alt katında, ufacık bir kitap dükkanının açılışına geldik. –Ki sadece vitrinden ibaretti boyutu- diyebilirim. Dükkanın en ilginç özelliği ise sergilenen kitaplardı. Tasavvuf edebiyatının ve hakikat dilinin ne kadar açık ve saklı hazinesi varsa –Yunus Emre’ler, Niyazi Mısri’ler, Osman Kemali’ler, Vahip Ümmi’ler, Şaban-ı Veli’ler, Selami Ali’ler, Hallac-ı Mansur’lar, Senai Hasan Şabani’ler, Nasuhi Efendiler... Hepsi ile birlikte bir açılışta olduğumuzu o an sezmiştim.
Bir gönül açılışı, bir fetih! Hele kırmızı kurdeleyi keserken kalbimizin anadilinde birleştiriyorduk şevkimizi, fazla konuşmadan, fazla gürültü patırtı yapmadan. Bir de Nezahat’imiz vardı. Ebru Tatcı ve Mustafa Tatcı hocamızın kızı. Dört yaşındaydı o zaman. Kitap rafları arasında kayboluyordu, babasının bilgisayarının tuşlarında ilk şiirlerini okuyordu çocuk alfabesiyle!
Pasaj içindeki o görünmez minicik dükkan giyim mağazalarının, takı tezgahlarının, elektrikçi dükkanlarının arasındaydı, ama müşterilerden ziyade talipler geliyordu. Nezahat elinde oyuncakları, bir elinde Yunus Emre Tapduk Emre kitapları, dil oyunları ile söküyordu konuşmayı.
Sadece o değil, ondan kırk yaş büyük olan ben de bu dili söküyordum kitap sayfalarının arasında. O gün hissetmiştim; ruhumuzu ihya eden sayısız veli ve arifin divanını bu küçücük dükkanın raflarında bir bir keşfedecektim. Üstelik de sadece okuyarak değil, sohbetlerde içine dalarak, içini açarak, açarak... Ta ki her nutk-ı şerif bir çığır gibi yürekleri açana.... Ta ki her mısra bir aşk dokumatiği gibi kalbe dokuna, kalbi dokuya...
***
Bir iki yıla kalmadan üst kata taşındı kitap dükkanı. Daha ferah bir dükkana, daha geniş raflarla. İşte o sıralarda, hali hazırdaki yayınevimi değiştirerek, bir başka yayınevine de geçmeyerek, piyasada hiçbir kitabımın olmamasını da göze alarak, yeni kitabımla dahil oldum bu aşk kadrosuna. Acizane.