Çok prestijli bir AVM’deydik. Filmler, malum artık çok büyük oranda sadece AVM’lerdeki salonlarda tüketime sunuluyor. Yeni gösterime giren Buğday adlı filmimizin yönetmen katılımlı (seyirciyle soru-cevaplı) gösterimine gelmiştik.
Hafta sonu olduğu için çok kalabalıktı. Biraz alış-veriş, bol yemek, bir de film seyredip gününü tatmin olmuş bir halde tamamlayan müşteriler eve döndüklerinde neden eksiklik hissediyor diye sormazsak eğer; bugünün normal hayatı farklı hayat tarzlarındaki kişiler için de bu yönde akıyor hep.
Evet o akşam da böyle oldu. Ama birden fark ettim. Buğday’daki siyah beyaz tek dil konuşulan dünya tam da buydu. Kadavra medeniyetinde ayakta kalmaya çalışan insanların helak olmuş şehirlerde tutunabilmek için ödedikleri bedel tam da buydu. Kendilerinden/haktan uzak, manyetik alanlar içinde güvenli ama yabanda kalarak bir kattan diğerine aranıp durmaktı en entelektüel faaliyet.
AVM’ler bu birörnek küresel nefsimizin aynasıydı işte. Biz bir katta yemek yiyor, bir katta alışveriş yapıyorken, bir başka katta mülteciler dileniyor, bir diğer katta da amansız savaşlar yapılıyordu.
Herkes birbirinden kopuk, bir arada ama birbirine değmeden, en büyük acılara uzaktan mesafeli, en büyük tatminler için heves ve hırs dolu, üst üste kümelenmiştik. Bir bakıma kendi kendimizin vitrin süsü olmuştuk.
***