Gönül bilmek ister. Nedir bilmek? Kavuşmak. Ayrık tek bir zerren kalmaksızın kavuşman gerek. Yoksa sen ben/ ben sen olmadan, ne kadar bilebilirsin? Nereye dönsem Sensin! Ama hepsi bu değil, ben de Senim. Bunu diyebilmenin ispatı yaşantındadır, vücudunda.
Canınla kanınla ispat edemediğin bilgi hep eksik, hep yarım bilişlerle seni teselli eder. Ancak felsefesi olur öyle bir kavuşmanın. İdeolojisi olur. Asıl bilmek ise: Tavra yansıyan ve yaşantıda ispatı olan kavuşma. Bildiğinin / bilginin kaynağı kendin olursun.
Gönül kavuştuğunda bilir hakikati evet. Ama gönül kitap okuyarak kavuşamaz. İnsanı okuyarak kavuşur. İnsan insana kavuşunca (misal, sıfatı Zat’ına varınca) visal olur. Kendi hakikatinin nurunu bilince, benliğin kalmaz, O olur. Kendi olur. “Sen çıkarsan aradan kalır seni Yaradan” noktası. Hu noktası!
İşte böyle külli mânâ dürülüp bükülüp tek harfte cem olduğunda, Niyazi Mısri der ki: “Niyazi’nin dilinden Yunus durur söyleyen!” İşte ben de Yunus’u ilk Niyazi’nin dilinden işitmeye başladım. Eskiden Gölpınarlı’nın sayfalarını çevire çevire işitemediğim ne varsa...
***
Okuyarak işitemeyeceğimi çabuk fark ettim. İşittiğin ölçüde yâren oluyorsun, ki malum, talip kulağından dölleniyor. “İşitin ey yarenler” diyordu Yunus. “Aşk bir güneşe benzer.” Ama sevmeden bir hece dahi işitemiyordun.