Güneydoğu’nun boz bir ovasında, höyüklerle dolu bir mezrada, kuru sıcak bir ilkbahar günü tanışmıştım onunla. İlköğretimini bitirmemişti henüz. Ama bu topraklardaki diğer yaşıtları gibi dünyadan daha yaşlı duruyordu. Bana son derece mütevazı davranıyordu kendisine ilgi duyduğum için. Fakat bir yandan da çok alıngan ve duygusaldı.
Benim içinse en önemli özelliği gitmek istememesiydi. Burayı, bu ıssız, kurak araziyi, çanak gibi dağların içine kapanan bu bozluğu seviyordu. Ne celalli bir dağı düşlüyordu çıkmak için, ne de ılıman ve ehil bir iklimde rahatça nefes alabileceği batı sahillerini. Okuyacağı da yoktu daha fazla. Ama hayali burada kalmaktı. İhtiyarlara, gidememişlere, gitmeyecek olanlara bakmak.
Zeytinlik olsa satıp beyaz eşya bayii açabilirdi, ama burada tek olan jandarma, sınır karakolu, zorunlu hizmetinde öğretmen ve uzmanlar. Bir de gece yıldızlar, yıldızlar.
Sezonluk çoban olmak için çok yüksek maaş önerisine karşın bile köyüne geri dönmeyen gençlerdi hep bildiğimiz, rastladığımız oysa. Gitmek isteyen gençler. Kasabanın tek bulvarında volta atan, limanından uzaklara bakan... Durmadan kıpırdayan, yırtmak için gün sayan gençler.
***
Bir de meşakkatli yıllarını geride bıraktıktan sonra ister sıla-i rahim için, ister zoraki bir sebeple memleketine dönen yetişkin adamlara bakakalırım Anadolu’da hep. Dönülen hep başka bir yer, dönen bir başkasıdır. Ama eski evinin yoluna sapar sapmaz o küçük çocuğa geri dönersin. Onun sesiyle başlarsın dağla taşla konuşmaya, eski arkadaşlarını onun gözyaşlarıyla özlersin, okul yolunu sırtında o eski koca okul çantası varmış gibi ağır ağır tırmanırsın.