On küsur yıl önceydi, Beyrut’ta Şatila mülteci kampının rutubet ve çamurla kaplı bir sokağında yürümeye çalışıyorduk. 1982’de Falanjist milisler Beyrut’un güneyinde bulunan Sabra ve Şatila mülteci kamplarına İsrail ordusunun gözetimi altında saldırarak çoğu kadın ve çocuk savunmasız iki bin Filistinliyi katletmişti. Katliamın ertesi sabahı cesetler Sabra ve Şatila sokaklarında üst üste yığılıp kalmıştı.
Kaç kuşaktır burada evsiz barksız sığınmacı olarak yaşayan Filistinlilerin halen düzenli biçimde katledilmekte olduğunu düşünüyordum bir yandan.
Yine bir saldırı gerçekleştirmekteydi İsrail. Amerika’nın Irak işgali sonrası, yaz vaktiydi. Ziyaret ettiğimiz derme çatma bir çocuk yuvasında, bize yaptıkları resimleri sergilemişti Filistinli çocuklar. Hemen hepsinde ev, dumanı tüten baca, güneş, ağaç ve ırmak vardı. Hiç bilmedikleri o ev, fıtrat üzre gönüllerinde kodlanmıştı.
Gönüldü ev. Sevenlerin asli yuvası, anavatanı. Ama sıla-i rahim yapmak yerine kökten bombardımana tutuyordu hakim güçler insanlığın gönlünü. Kanlı ve kansız bombardımanlar için önce nefret operasyonları, gazap haset ve kibir kampanyaları ile fitne moderatörleri giriyordu devreye. Sora da işte kalp atışına duyarlı tahrip gücü çok yüksek kimyasal bombalar!
***
Şatila sığınmacıları orada doğup orada ölmeye mahkumdu, İsrail’in Filistinlileri evlerinden yurtlarından etmeye başladığı günden beri. İsrail devletinin yeni yerleşimcileri Filistin topraklarında oturtmak için şiddete başvurması aradan geçen bunca yıla rağmen hiç azalmadığı gibi, gitgide meşrulaştı. İnsanlık sorunu olması gereken bir vicdani yara, giderek terörist olarak gösterilen Müslümanların müstahak olduğu bir akıbet olarak görülmeye başlandı.