“Bir edebiyatçının vazgeçilmezi kalem ve defterdir.” Bu cümleyi yazar yazmaz, bunun artık başka bir devirde geçerli olduğunu biliyorum elbette. Bugün defter kalem taşısa da yazılarını bilgisayarda yazan, notlarını cep telefonuna kaydeden, kullandıktan sonra da hafızada yer işgal etmesin diye silen pek çok yazar arkadaşım var, benim gibi.
Dergi gazete gibi mecralarda yazmaya başlamamdan beri 34 yıl geçmiş. İnternetten vazgeçtim, bilgisayar bile yoktu o vakitler hayatımızda. Daktilo, şeritler, saman kağıdı, çizgili çizgisiz defterler, kurşun kalem ve silgi dönemiydi.
Kelimelerin kâğıt üzerindeki tabiri caizse yürüyüşü ve iniş kalkışı benim için eşsiz bir yolculuk olmuştur çocukluğumdan beri. Okuma yazmayı öğrendiğimden beri defter doldururum. Sadece defter olsa neyse. Benim gibi kelimelerden ses alan, nefes alan bir yazar iseniz boş bulduğunuz her yüzeye bir şeyler karalarsınız.
Eşim evde bazen çekmecelerimi açar ve derhal kapar. Buradaki notlar, kağıtlar, defterler, kağıtlar, mektuplar tek kişiliktir sahiden. “Bütün bu notlara bakıyorum da” der, “bunlar senden başka kimsenin anlayamayacağı bir dil! Tek kişilik sır!”
Gerçekten de el yazımın okunmaz hali bir yana, roman taslaklarıma, gündelik notlarıma, yazmak için gönlüme gelenleri kaydettiğim defterlere veya kağıtlara baktıkça kimsenin bu art arda dizilen kelimelerden bir şey anlamayacağını fark ederim.
Benim içinse bir kelime notundan dört yüz sayfalık roman çıkar. Nitekim ‘Ateş ve Bahçe’ romanımın kıvılcımını çakan birkaç kelimelik bir notumdur. Eşimle birlikte bir tünelden çıktıktan sonra çamur içinde yere eğilip çantamdan defterime yazdığım bir iki dize. Hala duruyor sayfa aralarında.