Sivil vatandaşlar Saray diye alay edilen külliyenin önünde katledilirken, resmi kurumlar korkunç bir bombardımana tutulmuşken gıkı çıkmayanlar terör örgütüne silah bırakmaması için defalarca çağrı yapmıştı.
Ne var ki, aşağılanan, düşmanlaştırılan, eli sıkılmayacak olan, tahammülsüzlük nesnesi olarak kodlanan bizler olacaktık; yaşadığı yeri seven, uğruna bedel ödemeyi göze alan bizler. Sevenlerin biz’liğiydi oysa bu sadece. Kimliklerin, ideolojilerin, bizi ayırmaya ant içmiş onlarca sıfatların bizi değil!
Küresel güce doğal bir önkabul ile / normatif olarak biat edenlerin ülkesi için ölmeyi göze alanlara ‘yalaka biatçı’ demelerindeki soytarılık nasıl da ele veriyordu içlerindeki nefreti, hıncı, ikiyüzlülüğü.
Onların ılımlı ve kuşkucu olmakla övündükleri kadar gerçeğe yaklaşmakta samimi olmadığını defalarca gördük. İhtiyaç duymadılar yaklaşmaya. Bizim yerimiz yurdumuz besbelliydi. Sevenlerin yurdudur gönül. Genişler sevdikçe. Hendek kazamazsınız. Tutmaz.
Ama onlar için gönül salt bir benlik mahalli idi. Dini bağları çoktan geride bırakmış, bağımsızlaşmış olduklarından, asıl yakınlaşılması gereken kendileriydi daima! (Ki benim de içine doğup büyüdüğüm, ciğerini bildiğim, doğuştan hümanist-muhalif çevrenin kibir gerçekliğidir bu.)
Tevhid gerçeğini aşk ile ispat edenlerin (kanını göğsüne akıtmayı göze alanların) iradî gücünü ‘reise biatçılık’ olarak algılamaya mahkumdurlar. Bu kadar kibirle / benlik fazlalığıyla kendi gücüne biat edenlerden elbette bu ‘benliksiz ben’ makamını idrak etmeleri beklenemez. Canını vatanı için feda edenlerin boşuna öldüklerini söylemelerini mazur görmek gerekir. Kalbinin tecrübesi kadar yaklaşır zira kişi karşısındakine.