Dijital çağın kültürümüzü koruyamaz hale getirdiğinden şikâyet ediyoruz. Neresinden tutabiliriz bu şikâyetin? Dijital çağ gelmeden önce bize has tüm bir yaşam kültürünü steril ve kutsal alanda muhafaza ettiğimize dair o benlik çoğaltan ve nefsi her fırsatta temize çeken savunma refleksimizle hem de.
Sanki kültür yaşayan bir mekanizma değil ölü bir nesneymiş gibi. Dijital çağdan önce, misal tüketim vahşeti, ondan önce emperyalizm, komünizm vesaire kültür dediğimiz şeyi hiç değiştirip dönüştürmemiş, sabit bir biçimde korumuş gibi.
Şimdi dijital çağla gelen ve hareketlerimizi, bakış açılarımızı, sosyal ilişkilerimizi, benlik zaaflarımızı saatlerle hatta saniyelerle değiştirip genellikle de olumsuza dönüştüren bir olgudan bahsediyoruz evet. Buna bozulan tohum, ev, aile mevhumları gibi onlarca olumsuz yansıma eklenir daha.
Lakin her türlü siyasi sosyolojik patolojik tahlilin kalp dilinde an sırrını açmaya yetmediğini görebiliyor muyuz, emin değilim. Örneğin “Zamana (dehr) sövmeyin, zaman Allah’tır” hadisini açmanın neresindeyiz?
Evvel ve ahir esmasını tefekkür etmek yerine kıyametin yakın gelecekte kopmasını bekliyoruz. Ama kıyametin kopmakta olduğunu (ol nefes / an sırrı), kesintisiz ol emrinin içinde olduğumuzu göremiyoruz. “Kıyamet kopsa bile elinizdeki fidanı dikin” hadisinin neresindeyiz peki?
Dijital çağla gelen -çocukların tabletlere esir olması ve asosyal, şiddetsever vesaire olması gibi- öncekine kıyasla daha keskin olumsuzluklar hepimizi tehdit ederken: Bu dijital çağın dışında kalarak korunacağımızı varsaymakla ya da teknolojinin ne kadarını alalım gibi tartışmalarla hakikati her yönüyle tavaf edebiliyor muyuz? Bunu da hakkıyla değerlendirebildiğimizden emin değilim.