Ankara’da 23 Nisan 1920’de teşkil olunan Millet Meclisi’nin yıl
dönümü için kullanılan şu ifade meşhûrdur: Bugün 23 Nisan; neşe
doluyor insan...
27 Nisan için ise, bunun tam tersini söylemek, tarihî gerçekliğe
daha uygun düşüyor olsa gerektir: Bugün 27 Nisan; hüzün doluyor
insan...
Zira, gerek 1909 ve gerekse 2007 yıllarındaki 27 Nisan günlerinde pek nâhoş, üzücü, can sıkıcı gelişmeler yaşandı. En kötüsü, her ikisinde de meşrûtiyete, yani demokrasiye karşı menfî hareketlerin meydân-ı zuhûra çıkmış olması...
* * *
Önce, ikinci vukuattan bahsedelim, kısaca: Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt imzasıyla hazırlanan ve “e-muhtıra” etiketiyle kayıtlara geçen bir bildiri, 27 Nisan (2007) gecesi tv ekranlarından dolaşıma sokularak kamuoyuna yansıtıldı.
Bildiride, özetle laikliğin aşındırılmaya çalışıldığı; dinî duyguların istismar edildiği; millî bayramlara alternatif kutlamalar yapıldığı; bu tür eylemlerin, birlik ve bütünlüğe karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle şaşırtıcı benzerlikler taşıdığı; bütün bu olup bitenlerin, laikliğin kesin savunucusu ve tarafı Türk Silâhlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlendiği nazara verildikten sonra, söz konusu bildiriye şöyle kallavi bir nokta dercediliyor: “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes, Türkiye Cumhuriyetinin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.
Bu “e-muhtıra” yaftalı militarist bildiri, demokrasi tarihimizin sayfalarında, ancak lekeli bir “dip not” kıymetinde yer alabildi.
Selânikliler iş başında
Yakın tarihimizin ikinci “27 Nisan Vak’ası” ise, 1909’da yaşandı. Bu tarihte, Osmanlı Hanedanı’nın son “Kudretli Padişah”ı Sultan II. Abdülhamid Han, bir yönüyle gayet sinsi, diğer yönü tam vahşiyâne bir yöntem ile tahttan indirilerek “hall” edildi. Onun yerine ise, zayıf iradeli kardeşi Sultan Mehmet Reşad tahta getirilmiş oldu.
Şimdi, Osmanlı, hatta dünya tarihinin seyrini değiştiren ve özellikle “Selânikli Dönmeler”in iş başına gelmesine yol açan bu tarihî vak’ayı biraz daha yakından tahlil etmeye çalışalım.
* * *
Provokatif 31 Mart Vak'asını (13 Nisan 1909) fırsat belleyen Selânik Yahudileri, aynı gün içinde Selânik merkezli Hareket Ordusunun beş kişilik kurmay heyetini tesbit ettiler. (Bu heyette yer alan subaylar, ‘Türk ve Müslüman’ diye biliniyor olmalarına rağmen, gerçekte öyle değil idiler.)
Hemen ardından, “Hareket”in çapını genişlettiler ve toplanan birlikleri İstanbul’a doğru harekete geçirdiler: 23 Nisan günü İstanbul'a giren Hareket Ordusunun ilk işi, hükümete ve Millet Meclisi’ne müdahale oldu. İttihatçıların lideri olan Selânik kökenli Talat Bey, Meclis'te en etkili konuma getirildi. O da ilk iş olarak Meclis'ten Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesi kararını çıkarttırdı.
Gariptir ki, bu kararın padişaha tebliği, yine bir Selânikli Yahudi’nin başkanlığındaki heyet tarafından yapılmış oldu.
“Tebeddül-ü saltanat”
Bediüzzaman Hazretleri, 1909'da yaşanan bu tarihî hadiseyi "tebeddül-ü saltanat" tâbiriyle ifade ediyor. (Bkz: Tarihçe-i Hayat, Kastamonu hayatı, "Karadağ'ın bir meyvesi".)
Bu tabiri, saltanat değişikliği, yahut saltanat idaresinin el değiştirmesi şeklinde görmek, okumak, yorumlamak mümkün. Zira, Sultan Abdülhamid'den sonra tahta geçen iki zâtı, gerçek anlamda kudretli birer padişah gibi görmek kabil değil.
Evet, Sultan Abdülhamid'den sonra, saltanatın kuvveti, kudreti kırıldı; padişahlık gölgelendi ve M. Reşad ile M. Vahdeddin, askerin, İttihatçıların ve bilhassa Selânikli komitacıların gölgesi altında yaşamaktan kurtulamadılar. Nitekim, 1922'de Saltanat’ın tamamen kaldırılması ve Osmanlı Hanedanı’na mensup bütün fertlerin sınır dışı edilmesinde de, yine Selânik menşeli şahısların emir ve iradesi söz konusudur.
Tebliğ heyeti