Türkiye’de, mevsim normallerinin dışında gelişmeler yaşanıyor.
Öyle ki, Nisan ayının son haftasında bile, yurdumuzun muhtelif
yörelerinde yoğun kar yağışına şahit olundu.
Aynen mevsimlerde olduğu gibi, zaman zaman demokrasilerde de
“olağan dışı” birtakım gel-gitlerin yaşandığına dair, yakın
tarihimizde çarpıcı örnekler var.
1876’da ilân edilen meşrûtiyet (meşrûtî monarşi), iki yıl kadar sonra askıya alındı... 1908’de yeniden yürürlüğe konulan meşrûtiyet, bu kez aradan bir sene bile geçmeden, şâibeli Hareket Ordusu tarafından süngülenerek iğdiş edildi.
Cumhuriyet ilân edildikten (1923) sonra ise, meşrûtiyetin (demokrasinin) adeta canına okundu. Öyle ki, Türkiye, insanlık tarihinde eşi-benzeri görülmedik bir zulüm ve istibdat uygulamasına sahne oldu... Demokrasinin 1950’deki teneffüsü, ancak on yıl kadar sürdü. 1960, 1971 ve 1980’de yapılan süngülü müdahaleler, demokrasinin ciğerini dağladı.
Şimdilerde şahit olduğumuz gelişmeler ise, hem hürriyetleri, hem de çoğulcu demokrasiyi adeta komalık eden, adâlet ve eşitlik gibi kavramların içini boşaltıp dilhûn eden bir Tek Adamcılık siyasetinin ötekileştirme salvolarını resmediyor. Üstelik, alkışlar eşliğinde...
Bütün bunlar gösteriyor ki, “hürriyet ile istibdat”, tâbir-i diğerle “demokrasi ile otokrasi” zaman zaman yer değiştiriyor. Tıpkı, bahr-ı ummanda yaşanan gel-gitler, yani med-cezir hareketleri gibi.
Yakın dönem gel-gitleri
II. Meşrûtiyet'ten (1908) günümüze yüz yıllık demokrasi serüvenini araştırırken, bilhassa Bediüzzaman Said Nursî ile devrin hükûmetleri arasında yaşanan münasebet ve yaklaşım tarzları dikkatimizi çekti.
Baktık gördük ki, zamane hükûmetlerinin çoğu tam da "enaniyet asrı"nın karakteristik özelliklerine uygun bir tavır sergilemiş ve Said Nursî'ye karşı en gaddar muameleyi revâ görmüştür.
Bu son derece mağrurâne ve kahredici yaklaşım tarzının ilk kırılma noktasına 1950 sonrasında rastlamaktayız... Şimdi, sırasıyla bu mezkûr devirlere kısaca nazar gezdirelim.
Mutlâkıyet dönemi
Memleketin maarif meselesi için 1907'de hükümet merkezine gelen ve merkezin kalbinde görmüş olduğu istibdat hastalığını hürriyet ve meşrûtiyet ilâcıyla tedâvi etmeye çalışan Bediüzzaman, kendi ifadesiyle "divanelikle taltif" ediliyor. O, hamiyet duygusuyla yapmış olduğu bu fedakârane hizmetine mukabil, devrin hükümeti tarafından önce tımarhaneye, ardından da nezarethaneye sevk ediliyor.