Tanzimat’tan (1839) bu yana yüzü Batı’ya dönük olmayan aydınımız, siyasetçimiz hemen hemen yok gibi. Varsa da, çok nâdir olup sayıları pek azdır.
Bu zaman zarfında Paris, Londra, Berlin, New York, Washington gibi büyük ve hareketli merkezler, dünyadan olduğu gibi Türkiye’den de aydın, düşünür, yatırımcı, akademisyen ve siyasetle uğraşan çok sayıda entelektüel şahsiyeti kendine çekti.
Aydın veya siyasetçilerimizin böyle olması, doğrudan bir sakınca teşkil etmez. Yani, yetişmiş yahut kendini yetiştirmeye ve böylelikle milletine hizmet etmeyi hedefleyen insanlarımızın yüzünü Batı’ya çevirmesi, bir ayağının Avrupa veya Amerika’da olması, peşin-hükümlülükle reddedilmesi, yahut karşı gelinmesi gereken bir durum değildir. Olmamalı da.
Zira, önemli olan gözlerin nereye baktığı, dahası gönüllerin ne tarafa doğru meylettiğidir.
Yüksek ilim ve hikmetin, insanlığa faydalı bir medeniyetin meyveleri Batı dünyasının merkezlerinde bulunuyorsa, elbette oralara gidersin. Yeter ki, gittiğinde oralara kalbini, ruhunu bağlamayasın.
Çünkü, biz Müslümanlar için ruh ve kalbin merkezi Londra, Paris, Washington değil; Mekke, Medine, Kudüs’tür. Dolayısıyla, nereye gidilirse gidilsin, bu kudsî merkezlerden kopmamak gerekiyor.