Eşref-i mahlûkat olan insan azizdir, muhteremdir,
mükerremdir...
Bu mükemmel varlık, birbiriyle çatışmaya-boğuşmaya girdiğinde,
bazen esfel-i sâfilîne düşer; yani, en aşağılık bir mahlûk
derekesine iner.
Buna göre, ideal olan şey, insanların birbiriyle boğuşmaması, çatışmaya, müsademeye girmemesidir. Sulh ve selâmet, hatta saadet bunu iktiza ediyor.
Bozuşmanın, yahut vahşiyane bir boğuşmanın içine girmemeleri için ise, çeşitli sebeplere, tedbirlere, sübaplara ihtiyaç var.
İşte bu ihtiyaçların başında, hiç şüphesiz hürriyet-i efkâr, yani ifade hürriyeti gelir.
Kişi, fikrinde şâhâne hür ve serbest olmalı. Kendini çok rahat bir şekilde ifade edebilmeli.
Fikir, ne kadar aykırı görünürse görünsün, muhatabı ona sabır ve tahammül ile mukabele etmeli. Medenî ölçüler içinde kalarak, muarızını susturma, bastırma, yahut kuvvetle karşılık verme cihetine gitmemeli.
Zira, böylesi bir muamelenin, yahut mukabelenin hiçbir faydası, katkısı, getirisi yoktur. Zararı ise, pek çoktur. Esasen, kendine güvenen, fikrinin doğruluğuna itimadı olan kimse, kuvvete-şiddete tenezzül etmez.
Evet, “Düstûr-u nübüvvet: 'Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir' der, zulmü keser, adâleti temin eder.” (30. Söz) Aynen "Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir” hakikatinin verdiği derste olduğu gibi.
* * *