Aslında bir “idare etme sanatı” olan siyaset, özellikle 1909’daki 31 Mart Vak’asından itibaren bir “yalan” ve “sahtekârlık” mikrobuyla zehirli hale getirildi.
Bu tarihten yaklaşık bir sene sonra İstanbul’dan hareketle Şam’a kadar giden Üstad Bediüzzaman, buradaki Emeviye Camii’nde vermiş olduğu o meşhûr Hutbesinde, İslâm milletinin teşhis ettiği “İkinci Hastalığı”nı şu sözlerle dile getirdi: “Sıdkın (yani doğruluğun) hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi."
Rusya’daki esaret dönüşü geldiği İstanbul’da telif etmiş olduğu Lemaat isimli eserinde, yine benzer tariflerde bulunarak, konuya dair şu ifadeleri kullandı: “Lisân-ı siyasette lâfız, mânanın zıddıdır.”
Yani, bir siyasetçi, sırf siyaset hesabına konuşurken, aslında söyledikleri ile yaptıkları veya yapacakları birbirini tutmaz ve tutmuyor demektir.
Meselâ “Falanı sever, takdir ederim” dediğinde, aslında o kişi için hiç de iyi şeyler düşünmüyor demektir. Çünkü, doğru siyasete göre, kişi sevmediği ile de çalışmalı, çalışabilmeli.
Zira, demokrasi, tek seslilik değil; hem çok sesliliktir, hem de farklı seslere, görüşlere tahammül edebilmeyi gerektirir.
Hafiften şiddetlisine
Siyasetteki yalancılık, her dönem aynı şekilde ve aynı dozajda olmaz. Dönemler itibariyle nisbî farklılıklar gösterir.
Siyasette, hükümette veya parti yapısı içinde, baştaki şahıs-lider ne kadar otoriter ve baskıcı ise, yönetim ekibi içinde yalancılık ve yağcılık da o nisbette yüksek olur.