Küba'yı yarım yüzyıla yakın bir süre kişi kültüne dayalı
diktatörlükle yöneten Fidel Castro'nun ölümü Türkiye'deki "sol"un
demokrasi ve özgürlükler konusundaki yaklaşımı konusunda bir
"litmus testi" işlevi görmüştür.
"Sol"u ağırlıklı olarak anti-emperyalizm üzerinden tanımlayan,
yirminci yüzyıl "devrimciliği"ni romantize eden bu "sol" için
"özgürlükler," "demokrasi" ve "insan hakları," "sol olmayanlar"ı
eleştirmek amacıyla işlevselleştirilen "hamasî söylemler" olmanın
ötesinde anlam taşımamaktadır.
"Sol"a mubah mı?
1990'dan beri Uluslararası Af Örgütü'nün ziyaretine izin
verilmeyen, bireylerin neden gösterilmeksizin altı aya kadar
gözaltında tutulabildiği, iletişimin olağanüstü sınırlamalara tabi
olduğu, basın özgürlüğünden bahsedilemediği için sansüre ihtiyaç
duyulmayan, farklı cinsel tercih sahiplerinin "ıslah edilme"
merkezlerinde "düzeltilmeye" çalışıldığı, muhaliflerin
toplantılarına izin verilmeyen bir ülkenin diktatörünün ölümü
ardından "Comandante Fidel" romantizmi ötesine geçebilen yorum
yapılamaması söz konusu "sol" açısından dilinden düşürmediği pek
çok kavramın hamaset ötesinde anlam taşımadığını ortaya
koymaktadır.
Türkiye ve diğer toplumlar söz konusu olduğunda -haklı olarak-
Uluslararası Af Örgütü raporlarının önemini vurgulayan, keyfî
gözaltıları kınayan, sosyal medya kısıtlamalarına feryat eden,
basın özgürlüğünü sahiplenen, farklı cinsel tercih sahiplerine
yönelik baskıcılığı eleştiren, muhaliflerin ifade özgürlüğünü
savunan bu "sol," aynı uygulamalar "sosyalist" olduğunu iddia eden
bir lider tarafından yapıldığında Toshogu tapınağındaki "üç
maymun"u oynamayı tercih etmektedir.
Bu çerçeveden bakıldığında "sol" basınımızda Guardian'da Castro
"yönetiminin solunilkelerine yapılmış bir hakaret" olduğunu,
"çoğulculuk, demokrasi ve üniversal haklarınilerici
siyasetin temelini" teşkil ettiğini vurgulayan Zoe
Williams'ınkine benzer bir yazının yayımlanmamış olması şaşırtıcı
değildir.