15 Temmuz darbe girişimi modern tarihimizin en önemli
kırılmalarından birisidir. Kapalı, kullandığını düşündüğü güçlerin
taşeronu durumuna gelmiş, bürokrasi içindeki kapsamlı
örgütlenmesine karşılık toplumsal taban oluşturamamış bir
yapılanmanın ülkeyi ele geçirme girişiminin başarısız olması bir
felâketin eşiğinden dönülmesini sağlamıştır.
Bu yapılanmanın, kalkışma amacına ulaşsa dahi Türkiye
karmaşıklığındaki bir toplumu "yönetemeyeceği" gerçeğine karşılık
siviller üzerine yaylım ateşi açan, TBMM'yi bombalayan bir
zihniyetin ülkeye kısa sürede büyük acılar yaşatacağı
şüphesizdi.
Toplumun bunu canı pahasına önlemesi ise "siyaset"e
kurumsallaşmasını tahkim etme, "alanı"nı sahiplenme ve düzenleme
konusunda önemli bir fırsat sunmuştur.
Bir anlamda, toplumun ortaya koyduğu fedakârlık ve demokrasi
bilinci "siyaset"e, doğal süreç ile ulaşmakta zorlandığı bir
noktaya sıçrama alanında, yeni bir kapı açmıştır.
Alan sahiplenme
Siyasetin, kalkışma sonrasındaki bir yıllık zaman diliminde
kendisine sunulan bu fırsatı değerlendirebildiğini söyleyebilmek
zordur. Siyaset, "Yenikapı ruhu" olarak adlandırılan kısa süreli
"alan sahiplenme" ve kurumsal tavır alış sonrasında eski ayarlarına
dönmeyi tercih etmiş ve konunun temel önceliklerinden birisi
olmadığını ortaya koymuştur.
Kalkışmanın son tahlilde kendisini hedeflediği gerçeğinin bilincine
vararak ona kısa süreli kurumsal tepki gösteren "siyaset" daha
sonra bu anlayıştan uzaklaşarak geleneksel kutuplaşma ve sığ
mücadelesine geri dönmüştür. Bunun neticesinde ise alan
sahiplenerek yeni bir toplumsal sözleşme aracılığıyla özgür toplum
inşa etme fırsatına sırt çevrilmiştir.
Bu hususta yaşanılan başarısızlığın "iktidarmuhalefet" ayrımı
yapılmaksızın ve partiler arası fark gözetilmeksizin bir "kurum"
olarak siyasete fatura edilmesi gerekmektedir.
"Siyaset"e bir mega paylaşım mücadelesi olarak yaklaşan, onun,
bunun ötesinde "siyasal karşıtları" da kapsayan bir alanı olduğunu
göremeyen örgütlenmeler, toplumun genelinin nefretle karşıladığı
bir girişim sonrasında kurumsal uzlaşma sağlayamamışlar ve
alışılagelen sığ tartışmalarını söz konusu kalkışma olmamışçasına
sürdürmüşlerdir.
Kalkışmanın nedenleri konusunda birbirini suçlayan, onun
soruşturulması alanında bile anlaşamayan ve özgürlükçü toplumsal
sözleşme için uzlaşma yerine sistem tartışmasına sıkışan siyaset
örgütlenmeleri büyük bir fırsatı heba etmişlerdir.
Değerlendirilemeyen bu şansın yeniden kullanımı için şüphesiz tüm
kapılar kapanmamıştır.
Bunun telâfisi için ise temel siyaset aktörlerinin ortak bir alanı
paylaştıklarının bilinci içinde sığ tartışmaları aşmaları, aslî
hedeflere odaklanmaları gerekmektedir.
Bu da siyasetin iki kutbunun benimsediği ve araçsallaştırdığı
yaklaşımlarda kapsamlı değişikliklere gitmesini zorunlu
kılmaktadır.
Bu çerçevede "iktidar" olağanüstülüğün cazibesine kapılarak onu
"olağanlaştırma" eğilimini terk ederken "muhalefet" de 15 Temmuz
kalkışmasının bir kurum olarak "siyaset"i hedef aldığını görmeli,
onu bir yıpratma ve eleştiri aracı olarak kullanmayı bir kenara
bırakmalıdır.
Olağanüstülük ve iktidar
Türkiye, 15 Temmuz sonrasında, haklı olarak "olağanüstü" önlemlere
başvurma refleksi göstermiştir. Karşılaşılan tehdidin kapsamı ile
zikredilen kapalı yapılanmanın asker ve sivil bürokrasi içindeki
örgütlenme ağının ek tedbirler gerektirdiği konusunda toplumsal bir
uzlaşma şekillenmiştir. Bunun yanı sıra darbecilerin hukuk devleti
kuralları çerçevesinde tecziyesi konusunda da toplumsal bir onay
mevcuttur.
Buna karşılık "olağanüstülük"ün, tarihimizdeki örneklerde de
görüldüğü gibi bilhassa sorunların yoğun ve tehditlerin güçlü
olduğu dönemlerde kuvvetli bir câzibe merkezi oluşturduğu
ortadadır.
Olağanüstü tedbirlerin "olağan" siyaset biçimi haline gelmesi ve
tehdit alanının değişen koşullar çerçevesinde genişletilmesi/
değiştirilmesi, Takrir-i Sükûn sonrasına benzer, ucu açık bir
"olağanüstülük" yaşanmasına neden olabilir ki, bunun şiddetle
kaçınılması gereken bir süreç olduğu tecrübe ile sabittir.
"Olağanüstülüğün olağanlaşması"nın beraberinde getireceği bir diğer
önemli sakınca da "demokrasi ufkumuz"un kan dökmekten çekinmeyen
bir "kapalı yapı"nın tasfiyesi ile sınırlandırılmasıdır.
Onunla mücadelenin öncelik arz ettiği şüphesizdir. Buna karşılık
Türkiye'nin "gelecek tasavvuru," bu yapının unsurlarının
bürokrasiden temizlendiği bir topluma indirgenemez; demokratikleşme
ve hukuk devletine dönüşüm başta olmak üzere temel ideallerimiz ön
sıralardaki yerlerini korumalıdır.