M. Şükrü Hanioğlu Sabah Gazetesi

Kaçırılan fırsat ve telâfisi

15 Temmuz darbe girişimi modern tarihimizin en önemli kırılmalarından birisidir. Kapalı, kullandığını düşündüğü güçlerin taşeronu durumuna gelmiş, bürokrasi içindeki...

16 Temmuz 2017 | 142 okunma

15 Temmuz darbe girişimi modern tarihimizin en önemli kırılmalarından birisidir. Kapalı, kullandığını düşündüğü güçlerin taşeronu durumuna gelmiş, bürokrasi içindeki kapsamlı örgütlenmesine karşılık toplumsal taban oluşturamamış bir yapılanmanın ülkeyi ele geçirme girişiminin başarısız olması bir felâketin eşiğinden dönülmesini sağlamıştır.
Bu yapılanmanın, kalkışma amacına ulaşsa dahi Türkiye karmaşıklığındaki bir toplumu "yönetemeyeceği" gerçeğine karşılık siviller üzerine yaylım ateşi açan, TBMM'yi bombalayan bir zihniyetin ülkeye kısa sürede büyük acılar yaşatacağı şüphesizdi.
Toplumun bunu canı pahasına önlemesi ise "siyaset"e kurumsallaşmasını tahkim etme, "alanı"nı sahiplenme ve düzenleme konusunda önemli bir fırsat sunmuştur.
Bir anlamda, toplumun ortaya koyduğu fedakârlık ve demokrasi bilinci "siyaset"e, doğal süreç ile ulaşmakta zorlandığı bir noktaya sıçrama alanında, yeni bir kapı açmıştır.

Alan sahiplenme
Siyasetin, kalkışma sonrasındaki bir yıllık zaman diliminde kendisine sunulan bu fırsatı değerlendirebildiğini söyleyebilmek zordur. Siyaset, "Yenikapı ruhu" olarak adlandırılan kısa süreli "alan sahiplenme" ve kurumsal tavır alış sonrasında eski ayarlarına dönmeyi tercih etmiş ve konunun temel önceliklerinden birisi olmadığını ortaya koymuştur.
Kalkışmanın son tahlilde kendisini hedeflediği gerçeğinin bilincine vararak ona kısa süreli kurumsal tepki gösteren "siyaset" daha sonra bu anlayıştan uzaklaşarak geleneksel kutuplaşma ve sığ mücadelesine geri dönmüştür. Bunun neticesinde ise alan sahiplenerek yeni bir toplumsal sözleşme aracılığıyla özgür toplum inşa etme fırsatına sırt çevrilmiştir.
Bu hususta yaşanılan başarısızlığın "iktidarmuhalefet" ayrımı yapılmaksızın ve partiler arası fark gözetilmeksizin bir "kurum" olarak siyasete fatura edilmesi gerekmektedir.
"Siyaset"e bir mega paylaşım mücadelesi olarak yaklaşan, onun, bunun ötesinde "siyasal karşıtları" da kapsayan bir alanı olduğunu göremeyen örgütlenmeler, toplumun genelinin nefretle karşıladığı bir girişim sonrasında kurumsal uzlaşma sağlayamamışlar ve alışılagelen sığ tartışmalarını söz konusu kalkışma olmamışçasına sürdürmüşlerdir.
Kalkışmanın nedenleri konusunda birbirini suçlayan, onun soruşturulması alanında bile anlaşamayan ve özgürlükçü toplumsal sözleşme için uzlaşma yerine sistem tartışmasına sıkışan siyaset örgütlenmeleri büyük bir fırsatı heba etmişlerdir.
Değerlendirilemeyen bu şansın yeniden kullanımı için şüphesiz tüm kapılar kapanmamıştır.
Bunun telâfisi için ise temel siyaset aktörlerinin ortak bir alanı paylaştıklarının bilinci içinde sığ tartışmaları aşmaları, aslî hedeflere odaklanmaları gerekmektedir.
Bu da siyasetin iki kutbunun benimsediği ve araçsallaştırdığı yaklaşımlarda kapsamlı değişikliklere gitmesini zorunlu kılmaktadır.
Bu çerçevede "iktidar" olağanüstülüğün cazibesine kapılarak onu "olağanlaştırma" eğilimini terk ederken "muhalefet" de 15 Temmuz kalkışmasının bir kurum olarak "siyaset"i hedef aldığını görmeli, onu bir yıpratma ve eleştiri aracı olarak kullanmayı bir kenara bırakmalıdır.

Olağanüstülük ve iktidar
Türkiye, 15 Temmuz sonrasında, haklı olarak "olağanüstü" önlemlere başvurma refleksi göstermiştir. Karşılaşılan tehdidin kapsamı ile zikredilen kapalı yapılanmanın asker ve sivil bürokrasi içindeki örgütlenme ağının ek tedbirler gerektirdiği konusunda toplumsal bir uzlaşma şekillenmiştir. Bunun yanı sıra darbecilerin hukuk devleti kuralları çerçevesinde tecziyesi konusunda da toplumsal bir onay mevcuttur.
Buna karşılık "olağanüstülük"ün, tarihimizdeki örneklerde de görüldüğü gibi bilhassa sorunların yoğun ve tehditlerin güçlü olduğu dönemlerde kuvvetli bir câzibe merkezi oluşturduğu ortadadır.
Olağanüstü tedbirlerin "olağan" siyaset biçimi haline gelmesi ve tehdit alanının değişen koşullar çerçevesinde genişletilmesi/ değiştirilmesi, Takrir-i Sükûn sonrasına benzer, ucu açık bir "olağanüstülük" yaşanmasına neden olabilir ki, bunun şiddetle kaçınılması gereken bir süreç olduğu tecrübe ile sabittir.
"Olağanüstülüğün olağanlaşması"nın beraberinde getireceği bir diğer önemli sakınca da "demokrasi ufkumuz"un kan dökmekten çekinmeyen bir "kapalı yapı"nın tasfiyesi ile sınırlandırılmasıdır.
Onunla mücadelenin öncelik arz ettiği şüphesizdir. Buna karşılık Türkiye'nin "gelecek tasavvuru," bu yapının unsurlarının bürokrasiden temizlendiği bir topluma indirgenemez; demokratikleşme ve hukuk devletine dönüşüm başta olmak üzere temel ideallerimiz ön sıralardaki yerlerini korumalıdır.




YAZININ DEVAMI

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Unuttuğumuz savaş 18 Kasım 2018 | 3.763 Okunma İstiklâl Marşı’nı okuyarak ırkçılık mı yapıyoruz? 11 Kasım 2018 | 5.669 Okunma Otoriter ritüel ve söylemleri eleştirmek “Türklük” karşıtlığı mıdır? 04 Kasım 2018 | 2.470 Okunma “Temsilî demokrasi” krizinde Türkiye 28 Ekim 2018 | 4.277 Okunma “Millî irade-vesayet” kısır döngüsünü kırmak 21 Ekim 2018 | 4.550 Okunma