"Demokrasi" 1930'lardan bu yana yaşadığı en büyük krizlerden
birisinin içindedir. Popülarizm ve otoriterliğin yükseldiği
post-modern gerçeklikte "demokrasiler"in sayısı ve dünya ekonomisi
içindeki payları benzeri alanlardaki etkinlikleri azalmakta,
"demokrasi ile otoriterlik" melezi yapılar özgün bir sınıflama
haline gelmekte, "demokrasi"nin "ideal" rejim olduğu görüşü daha
düşük toplumsal destek bulmaktadır.
Bu gelişme genellikle yeni bir "demokrasi karşıtı dalga" olarak
yorumlanmaktadır. Ancak sorunun daha derin olduğu, "demokrasi
çağının sonuna gelindiği"ni iddia edenler de güçlü tezler ortaya
koymaktadır.
Foreign Affairs dergisinin Mayıs- Haziran sayısı siyaset
bilimcilerin uzun süredir ayrıntılı tahliller ile ortaya koymaya
gayret ettiği bir gelişmeyi özetlemeye çalışan yorumlara
ayrılmıştır. "Demokrasi Ölüyor mu? Bir Küresel Rapor" başlığı
altında toplanan tahliller karamsar bir tablo çizmektedir.
Değerlendirmeler küresel ölçekli krizi tahlil ederken,
"demokrasinin gerileyişi filmi"nin ilk kez "İngilizce" olarak da
gösterime girdiğini vurgulamaktadır. Bu yaklaşıma göre, liberal
demokrasileri de etkileyen kriz, yeni bir "demokrasi karşıtı dalga"
olmanın ötesinde ve yapısal karakterlidir.
Demokrasi geriliyor
Popülizmin yükselişi, kuvvetler ayrılığı dengesinin bozulması,
yürütmenin "başkanlaşması," yargının siyasallaşması ve yatay
katılım kanallarının işlevsizleşmesi alanlarında yaşanan küresel
değişimler, demokrasinin tarihteki en kapsamlı gerileyişlerinden
birisini yaşadığını ortaya koymaktadır.
Uzun bir aradan sonra "demokrasi"nin ideal rejim olma özelliği de
tartışmaya açılmış ve "otoriter modernlik" ciddî bir seçenek haline
gelmiştir. Yascha Mounk ve Roberto Stefan Foa, 65 yaş üstü
Amerikalıların üçte ikisinin demokrasi dışı bir rejimde yaşamak
istememelerine karşılık bu oranın otuz beş yaş altındakilerde üçte
bire indiğine, 1995 ilâ 2017 arasında otoriter rejimleri tercih
eden Alman, Fransız ve İtalyan vatandaşlarının sayısının üç
mislinden fazla arttığına dikkat çekmektedir.
Siyasal modernleşme literatürünün demokrasi ile iktisadî gelişme
arasında kurduğu ilişki de günümüzde anlamsız hale gelmiştir.
Freedom House kıstaslarına göre "özgür olmayan" ülkelerin dünya
gelirinden aldığı pay 1990'da % 12 iken, 2018'de % 33'e ulaşmıştır.
1930'lar sonrasında ilk kez bu seviyeye ulaşan söz konusu oranın
yükselme eğilimini sürdüreceği ve kısa süre içinde % 50'yi aşacağı
varsayılmaktadır.
Ancak "demokrasinin gerileyişi," otoriterliğin küresel yükselişi
ile sınırlı kalmamaktadır. Günümüzde, önceki "karşı dalgalar"da
gözlemlenen, liberal demokrasiler güçlenirken otoriter rejimlerin
daha da sertleşerek totalitarizme yönelmesi benzeri ters yönlere
gelişen ikili süreçler yerine "demokrasinin global ölçekte
gerileyişi" söz konusudur.
Diğer bir ifade ile Macaristan, Mısır, Rusya, Tayland benzeri,
tarihlerinde "liberal demokrasi" sınıflaması içinde yer almamış
ülkelerde yaşanan değişimin yanı sıra liberal demokrasi dışında
deneyimi olmamış ABD benzeri toplumlarda da demokrasinin
işlevselliğini yitirdiği ve toplumun sesine kulak asmayan "siyaset
sınıfı"nın "katılım," "seçim" benzeri kavramların içini boşalttığı
eleştirileri yaygınlık kazanmıştır.
Karşı dalga ve melez rejimler
Küresel ölçekte değerlendirildiğinde, "demokrasi" konusunda sürekli
biçimde ileriye doğru yol alan düz bir çizgiden ziyade belirli
zaman dilimlerinde ciddî geriye gidişlerin kaydedildiği bir gelişim
eğrisi söz konusudur.
"Medeniyetler Çatışması" kavramsallaştırmasının tartışmaya
açılmasında öncü rol oynayan Samuel Huntington "demokrasi
dalgaları" alanındaki analizleriyle siyaset bilimi literatürüne
önemli katkıda bulunmuştur.
Onun sınıflaması, 1828 ilâ 1926 arasındaki ilk ve "uzun" "demokrasi
dalgası"nı takiben 1942'ye kadar süren bir "karşı dalga"nın
yaşandığını, bunu 1943'te başlayarak 1962'ye kadar süren ikinci ve
"kısa" dalganın izlediğini, buna tepkinin 1958-74 dönemini
kapsadığını, "üçüncü de mokrasi dalgası"nın ise 1974 sonrasında
hayata geçirildiğini savunmaktadır.
1974 Portekiz Karanfil Devrimi ilâ söz konusu tarih arasında
yaşanan ve 1989 Doğu Avrupa Devrimleri ile ivme kazanan "üçüncü
demokrasi dalgası" neticesinde 46 olan "demokrasi" sayısı 119'a
yükselmiş ve "demokrasi" tarihte ilk kez dünyanın en yaygın siyasal
rejimini oluşturmuştur.
"Arap Baharı" olarak kavramsallaştırılan hareketlerin dördüncü
küresel "demokrasi dalgası" olduğunu düşünenler yanılmışlardır.
2006 sonrasında ivme kazanan global eğilimi "Arap Baharı" değil onu
ezerek kendilerini tahkim eden "demokrasi karşıtı" Ortadoğu
otoriter rejimleri yansıtmıştır.
2006 sonrasında yaşanan "karşı dalga" neticesinde sadece
otoriterlik zemin kazanmamış, bunun yanı sıra demokrasinin "seçim"
benzeri asgarî kurallarını uygulayan ülkeler ayrı bir sınıflama
teşkil edecek sayıya ulaşarak, liberal demokrasiler ile hegemonik
diktatörlükler arasında geniş bir gri alan oluşturmuştur.
Steven Levitsky ile Lucan Way'in kavramsallaştırması kullanılacak
olursa "rekabetçi otoriter" rejimler günümüzde özgün bir sınıflama
oluşturmaktadır.
Bu melez yapılar, karar vericilerin açık seçimlerle belirlenmesi,
birden fazla partinin rekabete katılması benzeri asgarî
gerekliliklere uyum açısından "demokrasi" niteliği taşımaktadır.
Buna karşılık, özgürlükler, hukukun üstünlüğü, rekabet eşitliği ve
katılım çeşitliliğini de gözeten "demokrasi" tanımları çerçevesinde
bunların "otoriter" yönleri ağır basan rejimler şeklinde
sınıflandırılması anlamlıdır. Bu ise ayrım ve karşılaştırmalar
yapılmasını fazlasıyla zorlaştırmaktadır.
Demokrasinin geleceği
Günümüzde basit bir "karşı dalga"dan ziyade iç içe geçmiş iki
gelişme yaşanmaktadır. Bunlardan birincisi otoriter, güç tekeli
oluşturan, hukuk devleti idealinden uzaklaşan "oyokrasi"lerin
yaygınlık kazanması ve anlamlı "seçenekler" olarak görülmeye
başlaması, ikincisi ise "demokrasi"nin, post-modern çağın önüne
koyduğu sorunları yeterince cevaplayamamasından dolayı işlevsellik
kaybına uğramasıdır.
Eşanlı olarak yaşanan bu iki gelişmenin birbirini etkilediği
açıktır.
Dolayısıyla, liberal demokrasilerin başarısı, küresel ölçekli
otoriterleşmenin gerilemesini sağlayacaktır.
Bu ise onların eşitliğin sağlanması, gelir dağılımı uçurumunun
daraltılması, yatay katılım kanallarının genişletilmesi, siyaset
sınıfının "temsil" niteliğinin güçlendirilmesi benzeri alanlarda
dönüşümler yaratarak "demokrasi"yi yeniden işlevselleştirmesine
bağlıdır.
Bunun gerçekleşmemesi otoriterliğin yükseldiği, "melez rejimler"in
olağanlaştığı, liberal demokrasilerin ise işlevsizleştiği kasvetli
bir gelecek yaratacaktır.