Alexis de Tocqueville Eski Rejim ve Devrim (1856) eserinde
"hükûmet etmenin oldukça basitleştiğini" vurgulamıştı. Kendisine
göre gelinen noktada "sayılar neyin kanun ve doğru olduğunun"
kararlaştırılmasına yetmekteydi. Dolayısıyla "siyaset bir matematik
sorununa indirgenmişti." Tocqueville'in yargısı on dokuzuncu asır
ortalarında "demokrasi"ye yaygın yaklaşımı yansıtıyordu. Seçimler
"temsil"i sağlıyor, onları kazananlar toplumun tümü adına yönetimi
üstleniyorlardı. Siyaset gerçekten de "matematik"e
indirgenmişti.
Rousseau'nun da altını çizdiği gibi "temsilî hükûmet ve demokrasi"
"modernlik"in ürettiği bir yönetim biçimidir. Antik ve ortaçağlarda
rejimden bağımsız olarak "temsilci" kavramı hattâ kelimesi mevcut
değildi. Örneğin, Roma senatörleri, modern parlamentoların
üyelerinin tersine, kendilerini "halkın temsilcisi" olarak
görmedikleri gibi "temsil" kavramına da bütünüyle yabancı
idiler.
Modernlik ve temsil
Buna karşılık "yönetilenin aynı zamanda yönetmesini" sağlayacak
"demokrasi"nin modernlik sonrası koşul ve ölçeklerindeki uygulaması
ancak "temsil" ile mümkün olabilirdi. Antik Atina sitesinin
eklesya, boule ve agorası, ortaçağda San Marino'yu yöneten geniş
katılımlı "Arengo" meclisi ve İsviçre'nin 1798 anayasası
çerçevesinde şekillenerek referenda ile karar alan "modern doğrudan
demokrasi"sinin modern gerçeklikte tesisi ölçek sorunu nedeniyle
mümkün değildi.
Modernlik sonrası şartlarının "temsilî" olanı "tek seçenek" haline
getirmesi, "dolaylı demokrasi"nin sorunlarını ortadan
kaldırmıyordu.
On sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda Madison ve Sieyès'den Paine ve
Mill'e ulaşan bir yelpaze- deki düşünürler "seçilen"in "seçen"i ne
ölçüde temsil edebileceği ve "çoğunluk"un toplumun tümü adına nasıl
karar alabileceğini tartışmıştır. On dokuzuncu asır sonundan iki
savaş arası döneme uzanan zaman diliminde ise "dolaylı
demokrasi"nin işlevselliği ciddî biçimde sorgulanmıştır.
Bu dönemin en yaygın tartışma konusu "demokrasinin krizi" olmuş,
"temsil"in "yönetilenin yönetmesi"ni sağladığına duyulan inancın
azalması demokrasi dışı seçeneklerin revaç bulmasına neden
olmuştur. Demokrasinin İkinci Dünya Savaşı öncesindeki küresel
gerileyişinde "seçim"in "temsilcileri belirlediği," buna karşılık,
"temsili sağlamayarak" "siyaset aristokrasisi" yarattığı tezinin
entelektüel mehâfilde egemen olması da önemli rol oynamıştır.
1945 sonrasının iki kutuplu dünyasının bir bölümünde gerçek
anlamıyla seçim yapmayan "parti diktatörlüğü"nün "burjuva
demokrasisi"ne kıyasla "temsil"i hayata daha iyi geçirdiği
savunulmuştur.
Diğer bölümde ise mekanik "seçim- temsil- temsilî demokrasi" süreci
idealleştirilirken, evvelce dile getirilmiş sorunlar büyük ölçüde
halının altına süpürülmüştür.
Temsil kavramı üzerine en kapsamlı eseri kaleme almış olan Hanna
Pitkin'in vurguladığı gibi "temsilî demokrasi" uygulamada "siyasal
iktidar için parti rekabeti"ne dönüşmüştür. Ancak uzun süre tüm
eksiklerine karşın bunun ötesine geçecek "demokrasi" taleplerinin
gerçekçi ve uygulanabilir olmadığı düşünülmüştür.
Millî irade-vesayet
Türkiye "seçim- temsil- demokrasi" mekanik ilişkisinin
sorgulanmadan kabûl gördüğü örnekler arasındadır. Temel hedefi
"kanun-i esasî ile iktidarı sınırlama" olan on dokuzuncu yüzyıl
Osmanlı anayasacı hareketi, "seçim ve temsil"i bu çerçevede
tartışmıştır. Namık Kemal ve Yeni Osmanlı arkadaşları "meclis"i
"yönetilenin yönetmesini sağlayacak" bir kurumdan ziyade "bürokrasi
diktatörlüğünü sınırlama aracı" olarak kavramsallaştırmışlardır.
Teorik olarak meb'usların "millet"i temsil edeceği, sınırlamayı
onlar adına yapacağının varsayılmasına karşılık bunun neticesinin
"temsilî demokrasi" değil "meşrutî, denetlenen iktidar" olacağı
düşünülmüştür.
Diğer bir ifade ile Osmanlı "Madison, Sieyès ya da Paine"leri
olmamış, "seçilen"in "seçen"i ne ölçüde temsil ettiği tartışması
Osmanlı siyasal literatüründe geniş yer bulmamıştır. 1877-78
deneyimi sonrasında 1908'de yeniden seçim yapılabildiğinde, sadece
sandıkları sayım merkezlerine götüren coşkulu kalabalıklar değil
siyasetçi ve entelektüeller de meb'usların, "soyut" milletin, ete
kemiğe bürünmüş, "somut" hali olduğunu varsaymıştır.
1913-1918 ve 1923-1946 yılları arasında "seçim" kavramının içinin
boşaltılmasıyla meb'usların "atanması" her türlü temsil ve
demokrasi tartışmasını anlamsız kılmıştır. Bunun bir diğer neticesi
ise "millî irade fetişizmi" yaratmasıdır. Temsilin yok edildiği,
meb'usların bürokratlaştığı tek parti idaresi altında doğal olarak
"sandığa giderek tercih yapabilme" en yüksek siyasal ideal haline
gelmiştir.
Bunun mücadelesinin uzun süren otoriter tek parti yönetimi
sonrasında ve 1946'da hileli seçim yapan bir bürokrasi
diktatörlüğüne karşı verilmesi "millî irade" kutsamasının ivme
kazanmasına yol açmıştır. 1960 sonrasında hayata geçirilen
"iktidarı muktedir yapmayan ve siyasal alanı daraltan" vesayet
uygulamaları ise bunu pekiştirmiştir. Bu da "yönetilenin
yönetmesini" sağlama alanında alternatifi olmadığı varsayılan
"temsilî demokrasi"nin sorunları ve seçeneklerinin bir kenara
bırakılmasına neden olmuştur.
Türkiye'de kalkınmacı muhafazakâr siyaset Pitkin'in ifadesiyle
"iktidar için parti rekabeti"nin "temsilî demokrasi"yi işletme
alanında "gerek" olmanın ötesinde "yeter" olduğunu düşünmüştür.
Seçim kazanamayan devletçi modernleşme kutbu ise "seçim kazanmanın
yeterli olmadığı" yargısına "temsilî demokrasi"nin sorunlarını
tartışarak, "daha ileri demokrasi" tasavvurları geliştirerek değil
"bürokratik vesayet" savunusu çerçevesinde ulaşmıştır.
Bu fetişleştirmenin siyaseti "matematik"e indirgeyeceği, seçimi
"kazanan hepsini alır" temelli bir "sıfır toplamlı oyun"un aracı
haline getireceği, siyasal alan tekeli yaratacağı, dolayısıyla da
"demokrasi" kalitesini fazlasıyla düşüreceği göz ardı edilmiştir.
Süleyman Demirel'in "226'yı bulma" söylemi, bir mühendisin
hesapçılığından ziyade, siyasetin, Tocqueville'in vurguladığı
anlamda "matematik"e indirgenmesini yansıtmıştır. Devletçi
modernleşme sözcüleri ise kurumların "denge ve denetleme" değil
"engelleme ve sınırlama" yapmasını savunurken bunu, "demokrasi"yi
geliştirme adına değil "vesayet"i tahkim için dile
getirmişlerdir.
Demokrasi kalitesi
Ana akım partilerin 1946 model "millî irade" ile 1930'ları altın
çağlaştıran "vesayetçilik" ekseninde konuşlanması "temsilî
demokrasi"nin "temsil" alanındaki sorunlarının tartışılmadığı bir
siyaset zemini yaratmıştır. Bu ise "demokrasi"nin büyük ölçüde
seçime indirgendiği "siyaset" anlayışının sorgulanmadan
içselleştirilmesi, bundan fazlasını isteyenlerin seslerine kulak
asılmamasına neden olmuştur.
Buna karşılık, Türkiye'nin "temsilî demokrasi"nin sorunlarını ve
demokrasi kalitesinin nasıl yükseltilebileceğini "millî
iradevesayet" kısır döngüsünü kırarak tartışmaya açmasının gerekli
olduğu ortadadır.