Türkiye'de mega söylemlere sahip, siyaseti "dava" olarak kavramsallaştıran ana akım yaklaşımlar toplumun önüne değişik hedefler koymaktadır.
Ancak "demokrasi"nin bu temel hedefler arasında bulunduğunu söylemek mümkün değildir.
1930'larda "mu'asır medeniyet seviyesinin üzerine çıkmak" benzeri bir hedef geliştiren siyasetimiz günümüzde "dünyanın ilk on ekonomisi"nden birisi olma amacına ulaşmayı arzulamaktadır. Bu hedefler "demokrasi"yi öncelikli bir hedef olarak sunmaktan uzaktır.
Demokrasi hedef oldu mu?
Siyasetimizin devletçi modernleşmecilik kutbu yaşam tarzı dönüşümü ve estetik modernlik üzerinden "asrı ile eklemleşme"yi ve "mu'asır medeniyet" olarak atıfta bulunduğu Batı uygarlığının kültürel parçası haline gelmeyi temel toplumsal hedef olarak görmüştür.
Bu siyaset anlayışı "asrî"liği sağlayacak ideolojik altyapının "cumhuriyetçilik" ve "laiklik" ile oluşturulabileceğini savunmuş ve buna uygun bir tasavvur geliştirmiştir. Dolayısıyla devletçi modernleşmeciliğin koyduğu nihaî hedef toplumun üyelerini "çağdaş ve laik" bir "cumhuriyet"in "vatandaşları"na dönüştürme olmaktadır.
Siyasetin diğer kutbu ise estetik modernleşme ve yaşam tarzı değişimine yönelik muhafazakâr tepkiyi dile getirmesine karşılık "çağı ile eklemleşmeyi" daha "maddî" ve elle tutulur projeleri hayata geçirerek gerçekleştirmeyi hedeflemiştir.
Muhafazakâr kalkınmacılık, bu çerçevede "barajlar, köprüler, yollar" benzeri projeler ve "ekonomik gelişme"yi temel ölçütler olarak belirlemiş ve "çağının ötesi"ne "çok sesli müzik dinleyerek" değil "kapsamlı altyapı projelerini tamamlayarak" geçen bir Türkiye tasavvurunu ön plana çıkartmıştır.
Siyasetin iki temel kutbunun da ciddî bir "demokrasi tasavvuru" ve buna ilişkin hedefler geliştirememiş olmasının önemi vurgulanmalıdır. Bunun neticesinde Türkiye'de "demokrasi" bir "muhalefet söylemi"ne indirgenmiştir. Söz konusu iki kutuptan muhalefette kalanı, "iktidar"a gelinceye kadar "liberal demokrasi ilkelerinin sahiplenilmesi" ve "özgürlüklerin artırılması" talebinde bulunmakta, buna karşılık seçim zaferi sonrasında mega söylemi ile "dava"sının hedeflerini gerçekleştirmeye öncelik vermektedir.
Türkiye'de muhafazakâr kalkınmacılığın "egemen" siyasal ideoloji haline gelmesi, devletçi modernleşmeciliğin kısa fasılalar dışında "iktidar" olamamasının yanı sıra onun demokrasiyi bir "söylem" olarak "daha fazla" kullanmasına yol açmıştır. Buna karşılık kendisine "sol," "sosyal demokrat" benzeri sıfatlar yakıştıran bu siyaset yaklaşımı "özünde" otoriter bir toplumsal mühendislik projesi olması nedeniyle bir "demokrasi" tasavvuruna sahip değildir. Onun ortaya bu alanda somut hedefler koyabildiğini söyleyebilmek zordur.
Buna karşılık muhafazakâr kalkınmacılık da "muhalefet" dönemlerinde geliştirdiği çoğulcu, özgürlükçü programları iktidara geldiğinde "söylem"e indirgemekte ve "kalkınma projeleri" üzerine yoğunlaşmaktadır. İki siyaset kutbundan birisinin toplumsal mühendisliğe odaklandığı, diğerinin ise "ekonomik gelişme" ve "kalkınma"yı hedeflediği bir toplumda "demokrasi kalitesi" aslî bir kaygı olmaktan uzaklaşmaktadır.
Arkadan gelecek "demokrasi"
Ana akım siyasetin "çoğulculuk hassasiyeti"nin zayıflığının temel nedeni vurguladığımız gibi onu oluşturan kutupların "gelecek tasavvurları" içinde "demokrasi"nin ağırlıklı bir yere sahip olmamasıdır. Bu ise "mega hedefler"e ulaşma alanında "çoğulculuk"un engel oluşturulabileceğinin savunulmasına dahi yol açabilmektedir.
Bir kutup Régis Debray'den mülhem bir "cumhuriyetçilik"in "liberal demokrasi" ile çatıştığını varsaymakta, diğeri ise "kalkınma" hedeflerine çoğulculuk yerine "özgün değerler" ile daha kolay ulaşılabileceğini düşünmektedir.
Önemli olan "modernleşme" ya da "kalkınma" hedeflerine ulaşılması durumunda "demokrasi"nin "liberal" biçimi olmasa da "cumhuriyetçilik" ya da "değerlerimiz" ile bağdaşacak şekillerinin onları takip edeceğinin varsayılmasıdır. Kemalist projeyi sahiplenen kutup "modernleşme" gerçekleştiğinde, karşıt siyaset yaklaşımı ise "kalkınma" tamamlandığında "demokrasi kalitesinin artacağı"nı düşünmektedir.
Değişik örnekler incelendiğinde bunun doğru olmadığının görülmesi zor değildir. Modernleşme ve kalkınma ile demokrasi arasında bir doğrudan "sebep-netice" ilişkisi bulunmamaktadır.
Demokrasisiz "modernleşme" son tahlilde bir toplumsal mühendislik projesidir.
"Kendi değerlerimize dayalı kalkınma" ise aynı şekilde değerlendirildiğinde bir "maddî gelişme" programıdır.
Her ikisinin de "otoriter siyaset" üretme eğilimi liberal demokrasiye zemin hazırlama potansiyelinden güçlüdür.
Bunların somut örneklerini geçmişte ve günümüzde görebilmek mümkündür.
Hedef belirleme
Zikrettiğimiz öncelikler açısından değerlendirildiğinde, Türkiye'nin uzun süreli gayretlerine karşılık demokrasi liginde oldukça kötü bir sıralamaya sahip bulunmasını birincil sorun olarak görmemesi doğal görülebilir.
1877'de pâyitahtında bir meclis toplamış, 1908- 12 döneminde ciddî bir parlamentarizm tecrübesi geçirmiş, 1920-22 yıllarında İstiklâl Harbi zorluğundaki bir mücadeleyi temsil kurumu etrafında bütünleşerek vermiş ve 1946 sonrasında düşe kalka da olsa sınırlı çoğulculuğu yaşatabilmiş bir ülkenin günümüzde Üçüncü Dalga