Soğuk Savaş yıllarında Ankara'nın "katılığı," Washington'ın ise
"esnekliği"ne itiraz ettiği bir "hiyerarşi" çerçevesinde yürütülen
Türkiye-ABD ilişkisinin günümüzde yeniden tanımlanmasının zorunlu
olduğu ortadadır.
"Tehdit"lerin çeşitlilik kazandığı, çok sayıda Varşova Paktı eski
üyesini de içine alan NATO'nun işlevinin farklılaştığı ortamda,
Viyana Kongresi (1815) ilâ 1914 Temmuz Krizi arasındaki Avrupa
Dengesi'nin küresel aktörlerle yeniden üretildiği bir denge
şekillenmiştir.
Yeni düzende bölgesel güçler "dehşet dengesi"nin dayattığı
kamplaşmanın "piyon"ları rolünü terk ederek coğrafyalarındaki
gelişmelere müdahil olmaya ve çok yönlü siyasetler geliştirmeye
başlamışlardır.
Bu nedenle Türkiye-ABD ilişkilerinin eski "ittifak" ve onun
koşulları bir kenara bırakılarak yeniden tanımlanması
gerekmektedir. Bu ise Washington'ın ilişkinin "hiyerarşik"
karakterini yeniden yorumlaması, Ankara'nın ise ABD'nin yeni
dengenin de "küresel güç"lerinden birisi olduğunu göz ardı etmemesi
ile mümkün olabilir. Bu yapılabilirse, "tehdit"lerin çeşitlendiği,
önceliklerin farklılaştığı bir dünyada "tasavvurlar arası makas"ın
açılması önlenerek yeni bir "ortaklık" geliştirilebilir.
Washington ve "hiyerarşi"
Soğuk Savaş sonrasında şekillenen iki kutuplu dünyanın amiral
gemisi kaptanları, 1914 öncesinin Avrupa dengesindekinden farklı
bir "liderlik" yaklaşımı geliştirmişlerdir. ABD ve SSCB, Avrupa
dengesinin üyeleri arasındaki çıkar çatışmalarının "yönetilmesi"ni
sağlayan "power broker" konumundaki İngiltere'nin liderliğinden
farklı, kamplarındaki güçlerle "hiyerarşik ast-üst ilişkisi" kuran
bir önderlik kavramsallaştırmasına yönelmişlerdir.
Washington "ittifak içi dayatmacılık"ta şüphesiz Kremlin'in
fazlasıyla gerisinde kalmıştır. Buna karşılık, 1956 Süveyş Krizi ve
1966-67 yıllarında De Gaulle'ün nükleer güç haline gelen ülkesinin
NATO ile ilişkilerini sınırlandırması benzeri gelişmelerin de
ortaya koyduğu gibi İngiltere ve Fransa benzeri güçler ABD'nin
"liderlik" yaklaşımını sorunlu bulmuşlardır. Türkiye de bilhassa
1963-64 Kıbrıs Krizi sonrasında Washington'ın "hegemonik" olduğunu
vurgulamaya başlamıştır.
Buna karşılık ABD, "hür dünyanın lideri" sıfatıyla küresel olduğu
kadar bölgesel sorunlar konusunda da "ittifak"ın siyasetlerini
belirleme tekelinden taviz vermeye yanaşmamış, müttefikleri ile
ilişkisini "ast-üst" hiyerarşisi temelinde yürütmüştür. Washington
bunun da ötesinde "hür dünyanın çıkarı" adına Türkiye'nin de
aralarında bulunduğu "belirsizlikler içeren" ortakların
siyasetlerine "hayırhâh" müdahalelerde bulunmanın hakkı olduğunu
varsaymıştır.
Türkiye-ABD ilişkisinin temel sorunlarından birisi Washington'ın
ortaklığın günümüzde de bu temelde yürütülmesinin doğal olduğunu
varsaymasıdır. Bu yaklaşım Türkiye ile sınırlı olmayıp, ABD
yönetimleri bu alanda değişik ülkeler tarafından dile getirilen
eleştiriler ve değişim taleplerini de "küfrân-ı nimet" olarak
yorumlamaktadır.
Washington, hiyerarşik ilişkiye Türkiye özelinde getirilen
itirazların "ideolojik" olduğu ve "Yeni Osmanlılık" ya da
"İslâmcılık" benzeri temellere dayandığını düşünmektedir. Buna
karşılık söz konusu eleştirilerin değişen koşullar çerçevesinde
yapılan realpolitik okumaları olduğu, Ankara'da farklı bir iktidar
olsaydı Washington'ın muhtemelen "Avrasyacılık" ya da "ulusalcılık"
ürünleri olarak yorumlayabileceği "benzer" taleplerin dile
getirileceğinin görülmesi gereklidir.
Diğer bir ifade ile ABD, Türkiye ile ilişkilerini yeniden
"ortaklık" seviyesine yükseltmek istiyorsa her şeyden önce
Ankara'yı bağımsızlığı konusunda hassas, coğrafyasında söz sahibi
olmak isteyen bir "bölgesel güç" olarak görmelidir.
ABD'nin orantısız gücü şüphesiz onun herhangi bir devletle
hiyerarşi içermeyen ilişki geliştirmesini zorlaştırmaktadır. Ancak
ABDTürkiye ortaklığının yeniden inşa edilebilmesi için
Washington'ın yeni düzende Ankara'nın, içişlerine karışılmaması ve
çok yönlü dış siyaset yapımına itiraz edilmemesini talep eden
"birinci sınıf bölgesel güç" aşağısında bir statüyü
kabullenmeyeceği gerçeğine kulak tıkamaması gereklidir.