M. Şükrü Hanioğlu Sabah Gazetesi

Siyasal söylem yumuşarken kutuplaşma neden azalmıyor?

Türkiye'nin "siyasal söylem seviyesindeki sertlik ve çatışmacılığın kitleye yoğunluğu düşerek ulaştığı" bir toplumdan bunun tersinin yaşandığı bir yapıya evrilmesinin üzerinde...

01 Temmuz 2018 | 3.655 okunma

Türkiye'nin "siyasal söylem seviyesindeki sertlik ve çatışmacılığın kitleye yoğunluğu düşerek ulaştığı" bir toplumdan bunun tersinin yaşandığı bir yapıya evrilmesinin üzerinde dikkatle düşünmek gereklidir.
Siyasetin çatışmacı, rakipleri ötekileştiren ve onları dönüştürmeyi hedefleyen mega söylemlerinin tabandaki etkisi uzun süre sınırlı olmuştur. Buna karşılık, bu söylemler ciddî anlamda yumuşar, "Öteki"nin varlığını kabûllenir ve dönüştürme hedefinden vazgeçerken kitle düzeyinde "kutuplaşma" ve "Öteki"ni "düşmanlaştırma" yükselme eğilimine girmiştir.
Siyasetin kutuplarından devletçi modernleşmeciliğin ana akımı, tekil modernlik yorumunu bütünüyle terk ederek "modernlikler" olabileceğini kabûl etmese de "modern olmayan"ın yukarıdan aşağıya dönüştürülmesi hedefini bir kenara bırakmıştır. Örneğin, bu kutbun söylemi başörtüsü takanların hâlâ "modern olmadığı"nı var saymakla birlikte onları bir "ideal tip" olan "Cumhuriyet kadını"na dönüştürme, direnenleri kamusal alan dışına sürme yaklaşımını artık dile getirmemektedir.
Benzer şekilde yeni kalkınmacı muhafazakârlık, "Öteki" olarak gördüğü ve "yerli ve millî değerler"e sahip bulunmadığını savunduğu kesimleri eleştirmekte; buna karşılık "hizmetkalkınma" vurgusunun ağırlık kazandığı söylemi "hayat tarzına müdahale hedeflemediği"nin altını sıklıkla çizerek, dönüştürme çabası içinde olmadığını vurgulamaktadır.
Dolayısıyla Türkiye, "ötekileşme"nin sürdüğü, buna karşılık, "öteki"nin "dönüştürülmesi"nin temel siyasal söylem olmaktan çıktığı bir toplum haline gelmiştir. Bu önemli bir değişimdir. Buna karşılık söylemdeki yumuşamanın kitlede karşılık bulabildiğini söyleyebilmek güçtür. Kitle düzeyindeki "kutuplaşma" daha katı ve dönüştürme temelli söylemlerin var olduğu dönemlerden fazladır.
Bunun nedeninin ana akım söylemlerinin "dönüştürme" hedefini terketmesine karşılık "ötekileştirme"nin sürdürülmesi olduğunu savunmak fazlasıyla mekanik bir sebep-sonuç ilişkisi tesis etmektir. Ötekileştirmenin görülmediği "kaynaşmış kitleler" sadece söylemlerde var olmaktadır. "Öteki"si olmayan toplum yoktur. Bunun yanı sıra Türkiye örneğinde "ötekileştirme"nin en azından söylem düzeyinde azalma eğilimi gösterdiği de unutulmamalıdır.
Buna karşılık kutuplaşmanın yükselmesi ise siyasetin kimlik temelinde yapılması, siyasal alanın paylaşım şekli ve "söylem değişiminin samimiyeti"ne yönelik kuşkuların aşılamamasından kaynaklanmaktadır.

Kimlik ve kutuplaşma
Türkiye, siyasal eğilim maskesi arkasında "kimlik" temelli siyasetin hayata geçirildiği bir toplumdur. Geçişkenliği zayıf cemaatler biçiminde örgütlenen kimlikler, kendilerini siyaset yelpazesinin farklı noktalarında konumlandırmalarına karşılık, son tahlilde, "kimlik siyaseti" yapmaktadırlar.
Bu çerçevede "sağ," "sol" benzeri siyasal tanımlamalar da anlamlarını büyük ölçüde yitirmektedir. Türkiye, merhum Küçükömer'in "solun sağ, sağın sol olduğu" tespitinin ötesinde "sağ ve sol"un kimlik siyaseti maskeleri olmak dışında anlam taşımadığı bir toplumdur.
Her kimliğin "siyasal etiketi" ve "doğal adresi"nin bulunması, aykırı davrananların ihanetle suçlaması, "sağsol," "muhafazakâr-sosyal demokrat," "liberal-sosyalist" benzeri kamplaşmaların ötesine geçen, geçişliliği zayıf ve "kimliği egemen kılma/ koruma" temelli bir kutuplaşma yaratmaktadır.
Siyasal söylemin yumuşaması, dönüştürme hedefinden vazgeçmesi böylesi bir kutuplaşmayı azaltma yönünde son derece sınırlı rol oynayabilmektedir. Dinî (Türkiye'de sekülarizm de dinî bir kimliğe evrilmiştir), mezhepsel ve etnik kimlikler karşıt olanlarla özdeşleştirilen siyasal söylemlerdeki değişime kulak tıkamaktadır.

Siyasal alan ve liyakat
Türkiye'de çok partili hayata geçiş ve özgür seçimler "kazanan hepsini alır" merkezli "siyasal alan paylaşımı"nı değiştirmemiştir. Son derece olumlu bir gelişme olan "vesayetin sonlandırılması"nın doğurduğu boşluk da aynı yaklaşım çerçevesinde doldurulmuştur. Bunun neticesinde seçimi kaybeden "Öteki;" görüş, talep ve endişelerini siyaset yapımcılarına iletebilme kanallarından yoksun kalmaktadır.
"Bürokratik vesayet"in kimliğe dayalı "siyasal aidiyet" temelinde sonlandırılmasının durumu daha da ağırlaştırdığı ortadadır. "Liyakat"in yerini "kimlik," "aidiyet" ve "sadakat"in alması, James Rauch ve Peter Evans'ın çalışmalarının da ortaya koyduğu gibi yasal-ussal bir bürokrasinin şekillenmesi ve kaynakların etkin kullanımını önlemesinin yanı sıra "Öteki"nin dışlanmasına da neden olmaktadır.
Bürokratik oligarşinin siyasal iktidarın hareket alanını sınırlamasının engellenmesi ile meritokrasinin bütünüyle göz ardı edilerek tüm kadroların kimliğin şekillendirdiği "aidiyet" temelinde dağıtımı arasında önemli farklılık vardır. Birincisi kutuplaşmayı azaltırken ikincisi ciddî biçimde artırmaktadır.

Samimiyet sınavı
Siyasal söylemdeki yumuşamanın kitlede karşılık bulamamasının temel nedeni siyaset yapım biçimi ile siyasal alanın paylaşım şeklidir. Siyasetin kimlikler arası pazarlık ve koalisyonlar karakteri taşıdığı Türkiye'de söylem değişiminin "samimiyeti"ne yönelik kuşkular da kutuplaşmanın azaltılmasını engellemektedir.
"Söylem"deki yumuşama, karşıtlar tarafından "taktik hamle," "oyalama" ve "takıyye" olarak görülmekte, buna inanılmasının "kimliğin zarar görmesi"ne neden olacağı düşünülmektedir. Söylem yumuşamasına itiraz eden radikal gruplar da bu endişeleri beslemektedir. Örneğin, devletçi modernleşmecilik söyleminin "dindarlık"a saygı duyma vurgusu yeni bir laiklik anlayışına yönelme değil bir "taktik manevra" olarak yorumlanırken karşı tarafın "Alevî açılımı" da "takıyye" olarak görülmekte, müfrit gruplar ise geçmişte yaşananları gündeme getirerek ve nefret söylemi kullanarak kutuplaşmayı tahkim etmektedir.
Doğal olarak Türkiye'de yaşanan kutuplaşmanın azaltılması yapısal değişimlerin hayata geçirilmesine bağlıdır. Siyaset yapım biçimi, siyasal alanın paylaşımı benzeri alanlardaki dönüşümlerin uzun süre gerektirdiği ortadadır.
Buna karşılık, yapısal bir soruna kesin çözüm getiremeyecek olmalarına karşın söylem değişiminin samimiyetini ispatlayacak açılımlara da hız vermek gerekmektedir. Yoğunluğu ancak tedricen ve uzun vâdede düşürülebilecek kutuplaşma, söylemlerdeki yumuşamanın "hayata geçirilmesi" ile geriletilecektir.
Yeni bir siyasal sisteme geçme aşamasında olan Türkiye'nin bu süreçte uyum yasaları ile kuvvetler arası dengeyi sağlama, denetime işlerlik kazandırma benzeri temel girişimlerin yanı sıra "söylem değişikliği"ni ete kemiğe büründürecek açılımları da hayata geçirmesi anlamlı olur. Bunun yapılmaması, Türkiye'yi kitlenin kutuplaştığı, her konuda çatışmaya hazır, yekdiğerini sadece "Öteki" olarak görmeyerek onu "düşmanlaştırdığı" bir topluma dönüştürecektir.
Böylesi bir yapının ise "söylemler"in çatıştığı, liderlerin atıştığı, ancak kitledeki kutuplaşmanın sınırlı kaldığı bir topluma kıyasla çok daha önemli sorunlarla boğuşmak zorunda kalacağı ortadadır.

YAZININ DEVAMI

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Unuttuğumuz savaş 18 Kasım 2018 | 3.763 Okunma İstiklâl Marşı’nı okuyarak ırkçılık mı yapıyoruz? 11 Kasım 2018 | 5.669 Okunma Otoriter ritüel ve söylemleri eleştirmek “Türklük” karşıtlığı mıdır? 04 Kasım 2018 | 2.470 Okunma “Temsilî demokrasi” krizinde Türkiye 28 Ekim 2018 | 4.277 Okunma “Millî irade-vesayet” kısır döngüsünü kırmak 21 Ekim 2018 | 4.550 Okunma