"Adalet" kavramının toplumumuzda güçlü biçimde
yüceltilmesinin bu alanda mükemmeliyetçi beklentilere neden
olduğunu ileri sürmek yanlış olmaz.
Asırlarca kutsal kökenli "hukuk" ile yönetilmiş, sultanların
"kanunî," "adlî" gibi sıfatlar taşıdığı, toplumsal yaşam ve
yönetimin "daire-i adalet" çerçevesinde izah edildiği bir geleneğin
"adalet" beklentisi çıtasının fazlasıyla yükselmesine neden olması
şaşırtıcı değildir.
Buna karşılık günümüzde ivme kazanan "adalet" eleştirilerinin
sadece bu beklentiden değil hukuk mekanizmalarının siyasal iktidar
tercihlerinden etkilenmemesi talebinin karşılık bulamamasından da
kaynaklandığının altını çizmek lâzımdır.
II. Meşrutiyet'in ilânında, İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin Fransız
İhtilâli'nin "motto"su olan "hürriyet, müsavat, uhuvvet" sloganına
dördüncü kavram olarak "adalet" ibaresini eklemesinin de ortaya
koyduğu gibi bu alandaki beklentiler yüksek olmuş ve her yeni
dönemin bir "beyaz sahife" açması beklenmiştir. Ancak "adalet"
konusunda toplumsal taleplerin herhangi bir dönemde karşılandığını
belirtebilmek zordur.
İktidar ve adalet
Hukuk geleneğimizin, Max Weber'in "kadı adaleti (kadijustiz)"
olarak tanımladığı ve hukukî pozitivizmin karşı tezi olarak
kavramsallaştırdığı temele dayanması güçlü bir entelektüel zemin
yaratmasına karşılık, "her davanın özgün koşulları" çerçevesinde
karar veren, bunun yanı sıra siyaset, ahlâk ve şahsî görüşlerden
fazlasıyla etkilenen bir sistem doğurmuştur. Bu sistem, şüphesiz,
"fıkıh" hakkındaki malûmatını Snouck Hurgronje'den alan Weber'in
varsaydığı ölçüde keyfî ve düzensiz değildi.
Buna karşılık, ABD Yüksek Mahkemesi yargıçlarından Felix
Frankfurter'in 1949'da kaleme aldığı bir yorumda da vurguladığı
gibi bu temeldeki "adalet"in "ağaç altında oturan ve şahsî görüş ve
çıkarları çerçevesinde karar alan kadılar" tarafından icra edilen
karakuşî bir hukuk sistemi yarattığı kanaati yaygınlık
kazanmıştır.
Bu tartışmanın genellikle ihmal edilen bir yönü de bu hukuk
sisteminin "siyasal iktidar"dan güçlü biçimde etkilenmesidir. Bu
ise tüm hukuk sistemlerini etkileyen "Zeitgeist (zamanın ruhu)"ndan
farklı bir yönlendirmeye ve yargının iktidar tarafından
şekillendirilmesine yol açabilmiştir.
Osmanlı yönetici sınıfının değişik ayrıcalıklardan istifade
ederken, "siyasal iktidar"ın doğrudan etkileyebildiği bir hukuk
sistemine tabi olması ise bu tesiri pekiştirmiştir. Hukuk
uygulamada kolaylıkla "siyasallaştırılan" bir araç haline
gelebilmiştir.
Ayrıcalıkları ile toplumun genelinden ayrılan Osmanlı "askerî
sınıfı"nın üyeleri kendilerine bahşedilen haklara karşılık siyasal
iktidarın doğrudan uyguladığı iradeler ya da şer'iye mahkemesine
nazaran etkiye daha açık kazasker mahkemesindeki yargılamalar
nedeniyle hukukî korumadan sınırlı biçimde istifade edebiliyordu.
Güçler ayrımının var olmaması nedeniyle de "iktidar" hukuku
kolaylıkla araçsallaştırabiliyordu. Tanzimat ile başlayan ıslahât
girişimleri, bir anlamda, yönetici sınıfın kendisini kolaylıkla
"siyasallaşan hukuk"a karşı koruma mücadelesidir.
Dolayısıyla "adaletin tecellisi" konusunda çarpıcı anekdotlar
yardımıyla dile getirilen bir mükemmellikten ziyade kişi haklarını
korumadan fazlasıyla uzak, sistematik olmayan ve iktidardan
fazlasıyla etkilenen bir hukuk geleneği şekillenmişti. "Adalet" ise
kendisini "hükûmet-i âdile" olarak tanımlayan II. Abdülhamid ve bu
kelimeyi amblemine övünçle nakşeden İttihad ve Terakki idarelerinde
"hayata geçirilemeyen" bir kavram olma özelliği taşımıştı. Kavram
yüceltiliyor ama toplumsal tatmini sağlayacak biçimde
uygulanamıyordu.
Kanun ve hukuk devleti
Cumhuriyet, Tanzimat sonrasında bir toplumsal ideal haline gelen
"kanun devleti" olma konusunda önemli adımlar atmış, hukukî
çoğulculuğun sonlandırılması "kadı adaleti"nin beraberinde
getirdiği sakıncaları büyük çapta ortadan kaldırmış, Türkiye,
hukukun sistematik uygulamasının güçlendiği bir toplum haline gelme
konusunda önemli adımlar atmıştır.
Buna karşılık, güçler ayrımının büyük ölçüde kâğıt üzerinde kalması
"siyasal iktidar"ın yargıyı fazlasıyla etkilediği bir "adalet"
anlayışının sürdürülmesine neden olmuştur. Türkiye, İstiklâl
Mahkemeleri ile başlayarak, Yassıada yargılamaları, 28 Şubat
uygulamaları ve kapalı bir cemaat örgütlenmesinin kurguladığı
davalara ulaşan uzun sürecin de ortaya koyduğu gibi bu alandaki
kısır döngüyü kıramamıştır. "Adalet"in yüceltilmesi devam etmiş,
kitle partileri kendilerini bu kavramla isimlendirmiş, ancak
"siyasal iktidar"ın yargı üzerindeki egemenliği sürdüğü gibi güçler
ayrılığı da hayata geçirilememiştir.