Yazımızın başlığındaki alıntı ilk bakışta zannedilebileceği gibi
günümüz gelişmeleri çerçevesinde yapılan bir yorumu dile
getirmemektedir.
Bunun yanı sıra ifadedeki "Türk" kullanımı da bir etnik topluluğa
atıfta bulunmaz.
İstanbul'a 1867'de büyükelçi olarak gelen ve Büyük Doğu Krizi'nin
son günlerinde "Türk yanlısı olduğu" gerekçesiyle Viyana'ya
nakledilen Sir Henry Elliot, İngiliz kamuoyunun "Türk olan her
şeyden körü körüne nefret eden," 1876 Kanun-i Esasîsi'ni de "sahte"
ya da "kâğıttan" anayasa olarak sunan kişiler tarafından
"yönlendirilmiş" olmasını Osmanlı anayasa hareketinin başarısızlığı
ve büyük bir yıkıma yol açan 93 Harbi'nin önde gelen nedenlerinden
birisi olduğunu ileri sürmüştür.
Sir Henry'nin bu gibi tespitlerinin Londra siyasî mehâfilinin
karşıt kutuplarında benzer tepkiler doğurmuş olması ilginçtir.
İngiliz diplomatik tarihçileri onun hem muhafazakâr Salisbury hem
de liberal Gladstone'u kızdırabilmiş olmasının önemini
vurgular.
Bu ise 93 Harbi'ne giden süreçte İngiliz kamuoyundaki farklı
kesimlerin, kâğıt üzerinde "müttefik" Osmanlı devletine yönelik
"eleştiri"de siyasal yaklaşımları aşan birliktelik tesis etmiş
olmasından kaynaklanmıştır.
Diğer bir ifade ile "Türk olan her şeyden körü körüne nefret
edenler," İngiliz kamuoyunun Osmanlı siyasetine yaklaşımını
şekillendirmeye muvaffak olmuş, reformların "içi boş" ve
Hıristiyanları baskı altında tutmak amacıyla kullanılacak bir
"maske" olduğu algısını kabul ettirmişlerdir.
Bunun neticesinde, zıt yaklaşımları savunan siyasal partiler,
onlara destek veren değişik eğilimlerdeki yayın organları ve
düşünce kuruluşları "Osmanlı devletinin güvenilir bir müttefik
olmadığı, onu desteklemenin 'ahlâkî' bir sorumluluğu beraberinde
getirdiği" tezi etrafında birleşmiştir.
Böylesi bir kamuoyu baskısı altında kalan Whitehall da "stratejik
çıkarlarının tersini zorunlu kılmasına karşılık," Osmanlı devletini
Rusya karşısında yalnız bırakarak onun dağılmasına giden yolun
önemli taşlarından birisini döşemiştir.
Neden onlar?
Bu alanda günümüzde yapılacak bir değerlendirme, bağlamlardaki
önemli farklılıklara karşılık, Washington ve değişik Avrupa
merkezlerinde, Sir Henry'nin ifadesini tekrarlayacak olursak, "Türk
olan her şeyden körü körüne nefret edenler"in kamuoyunu
şekillendirmede fazlasıyla etkili olduğunu vurgulama
durumundadır.
Bilhassa ABD'de, Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon'dan Kongre'ye,
herhangi bir konu üzerinde nadiren görüş birliğine ulaşan değişik
düşünce kuruluşlarından farklı eğilimleri temsil eden basın
organlarına ulaşan bir yelpazede bu eğilim belirgin hale gelmiştir.
Burada önemli olan "Türk olan her şeyden körü körüne nefret
edenler"in "varlığı" değil onların kamuoyunu
şekillendirebilmesidir.
Dolayısıyla Ankara'daki siyaset yapıcıların Batı kamuoyundaki
Türkiye algısını biçimlendiren bu kişilere tepki göstermek ve bu
gelişmeyi onların merkezinde yer aldığı "komplo kuramları" ile
açıklamakla yetinmeleri vahim bir hata olur.
Bu söz konusu grupların kurgu ürünü "düşmanlar" oldukları, Türkiye
aleyhine girişimlerde bulunmadıkları anlamına gelmez. Buna
karşılık, üzerinde durulması gereken bunların "Batı kamuoyu"nda bu
denli etkili olabilmesini sağlayan nedenlerdir.
Bunun yanı sıra zikredilen algıya yönelik "tepki" ve "komplo
suçlayıcılığı" merkezli yaklaşım, dahilî siyasette kısa vâdeli
karşılıklar bulabilirse de son tahlilde, "Türk olan her şeyden körü
körüne nefret edenler"in elini güçlendirme dışında bir netice
doğuramaz.
Monolitik "Batı" ve düşmanlık
"Batı" kavramı monolitik bir yapıya atıfta bulunmaktan uzaktır.
Sınırları akışkan bu kavramsallaştırma içindeki kapsamlı
farklılıkların yanı sıra onu oluşturan parçalar da türdeş değildir.
Bu genişlik ve karmaşıklıktaki bir yapının monolitik biçimde ve
değişmeyen bir "Türk düşmanlığı" ile hareket ettiğini varsaymak ise
gerçekçi değildir.
Bu, asırlar boyunca "Batı"nın "Öteki"si olmuş bir yapının aslî
mirasçısına yönelik önyargılar bulunmadığı, Türkiye'nin AB üyelik
sürecinin de ortaya koyduğu gibi çifte standartlar uygulanmadığı
anlamına gelmez. Benzer şekilde Batı'da hızla yükselen İslâmofobi
de Türkiye'ye yaklaşımı etkileyebilmektedir.
Ancak sorulması gereken "Batı"da Türkiye'ye farklı bakan, onun
hakkında olumlu görüşler besleyen kesimlerin neden "Türk olan her
şeyden körü körüne nefret edenler" ile aynı söylemi kullanmaya
başladığı, siyaset yapıcıların da buna dayalı yaklaşımlar
geliştirdiğidir.
Bu bağlamda bir karşılaştırma yapıldığında Türkiye'nin, Büyük Doğu
Krizi sürecinde Osmanlı yönetiminin karşılaştığı ve aşamadığı bir
sorunla mücadele etme durumunda olduğu görülecektir.
Kanun-i Esasî ilânıyla "oyun" oynadığı iddia olunan Osmanlı gibi
kapalı bir yapının darbe girişimine maruz kalan Türkiye de
karşılaştığı tehdidin derinliğini anlatmakta zorluklarla
karşılaşmaktadır.
Kavga mı, dönüşüm mü?
Buna karşılık buradan hareketle sadece "tepkisel" siyaset üretmek
anlamlı değildir. Ele aldığımız süreçte Osmanlı ricâlinin böylesi
bir yaklaşımı benimsemesinin doğurduğu vahim neticeler ortadadır.
"Türk olan her şeyden körü körüne nefret edenler"in oyununu bozacak
olan onlara kızmak, onların yönlendirdiği kamuoylarının "bütünüyle"
düşmanlık ilişkisi geliştirmek değil ortaya koyulan iddiaların
dayandığı zemini ortadan kaldırmaktır. Bunun ise sadece lobi
faaliyeti ve kamu diplomasisi ile gerçekleştirilebileceğini
varsaymak hatalıdır.
Oyunu bozacak olan hukuk devleti ilkelerinden taviz vermeyen,
liberal demokrasi haline gelme iddiasını söylem düzeyinde
bırakmayarak hayata geçiren, ifade hürriyeti benzeri alanlarda
anlamsız sınırlama ve uygulamaları kaldıran, çoğulculuğu
güçlendiren bir Türkiye'nin yaratılmasıdır.
Kendi geleceğimiz için gerçekleştirmemiz gereken bu ideale yöneliş
"Türk olan her şeyden körü körüne nefret edenler"in hareket alanını
fazlasıyla sınırlandıracaktır.
Unutulmamalıdır ki, bu kesimler "Batı"nın genelini temsil etmekten
ziyade kamuoyunu şekillendirmeye gayret eden örgütlü
azınlıklardır.
Bunlarla mücadelenin yolu "kavga" değil eleştirilerin zeminini
ortadan kaldıracak dönüşümü hayata geçirmek ve böylece onlarla aynı
çizgiye kaymış farklı kesimleri yaklaşımlarını sorgulamaya
yöneltmektir.
Belirttiğimiz gibi, bu dönüşümün hayata geçirilmesi her şeyden önce
geleceğimiz için gereklidir.