Geçen hafta Türkiye'nin "millî irade fetişizmi-vesayet" kısır
döngüsünü kırarak "temsilî demokrasi"nin yaşadığı krizin
yansımalarına çözüm aramasının gerekliliğini vurgulamıştık. Dile
getirmeye çalıştığımız gibi, seçimlerin kendi başına
"yönetilenlerin aynı zamanda yönettiği," sorunsuz bir "temsilî
demokrasi" sağladığına duyulan inanç ve sistemin "oyokrasi"ye
dönüşümünün panzehirinin "bürokratik vesayet" olduğu yaklaşımları
Türkiye'yi anlamsız bir kutuplaşmaya sürüklemiştir.
Bunun neticesinde egemen demokrasi tasavvurumuz yetmiş yıl öncesi
değer ve koşullarına dayanmayı sürdürürken, bu alanda
geliştirilebilen karşıt tasavvur ise "iki savaş arası dönem
otoriterliğinin demokratikleştirilmesi" ötesine geçememektedir.
Tasavvurların güncellikle uyumsuzluğu, "nasıl yönetileceği"nden
ziyade "kimin yöneteceği"ne odaklanan, "kazanan hepsini alır"
temelli siyaset anlayışı ve lider oligarşisinin egemen olduğu parti
yapılanmaları ile birleştiğinde, toplumdan ayrışan bir "siyaset
sınıfı"nın merkezinde yer aldığı, "katılım"ın ise asgarî seviyede
kaldığı, sorunlu bir "demokrasi"nin şekillenmesine neden
olmaktadır.
"Temsilî"nin dönüşümü
Pierre Rosanvallon ve Bernard Manin benzeri demokrasi tarihi
araştırmacıları "modern demokrasi"nin "krizi"nin söz konusu
olmadığı bir dönem yaşanmadığının altını çizmektedir. Ancak küresel
ölçekli ve "yapısal" nitelikli güncel buhran tartışılırken üzerinde
birleşilen nokta "çağdaş demokrasi"nin "temsilî" ötesine taşınma
(post-representative) aşamasına geldiğidir.
Temsilî demokrasi post-modern toplumun "katılım" ve "çoğulculuk"
alanlarındaki taleplerine cevap vermekte fazlasıyla yetersiz
kalmaktadır.
Bunun doğurduğu toplumsal tepki ise "popülarizm" ve "yönetimin
başkanlaşması"nı beslemenin yanı sıra parti program ve hedefleri
çerçevesinde siyaset yapma yerine "adaletsiz olduğu düşünülen"
gelişmelere karşı kendiliğinden gelişen, olay bazlı
"protestoculuk"u öne çıkartmaktadır.
Yaşanan iletişim devriminin de katkısıyla günümüz "temsilî
demokrasisi"nde "siyasal aktivizm" "parti programı hayata
geçirmek"ten ziyade "tepki gösterme"ye odaklanmaktadır.
Günümüzdeki demokrasi buhranının "temsilî" modelin "katılımcı
demokrasi"yi hayata geçirmekteki yetersizliğinden kaynaklanması,
onun yapısal bir dönüşüm yaşanmadan sürdürülebilmesini imkânsız
kılmaktadır.
İki yıl önce "temsilî demokrasi"nin krizi üzerine Avustralya
Parlamentosu'nda konuşan Profesör Simon Tormey, bu model ve
doğurduğu ana akım siyasetin günümüzde işlevsiz hale geldiğini,
buna karşılık, henüz yeni bir yaklaşımın benimsenmemesi nedeniyle
bir "arada kalınma" durumunda bulunulduğunu dile getirmiştir.
Seçeneklere yoğunlaşma
Bu "arada kalış,"1980 ve 90'larda Jürgen Habermas ve John Rawls
tarafından dile getirilen "müzakereci (deliberative) demokrasi" ve
"demokratik adalet" modellerine yeni seçeneklerin eklenmesine neden
olmuştur. Katılımcı (participatory), dönüşlü/yansıtıcı (reflexive),
müdahaleci (interventionist), birliksel (associative), etkileyici
(expressive) benzeri "demokrasi" modelleri katılımın dikey biçim ve
"seçim"e indirgendiği, "siyaset sınıfı"nın aristokrasi ya da
bürokrasi benzeri "toplumdan kopuk" ve "yukarıdan bakan" bir
katmana dönüştüğü "temsilî" örneği dönüştürmeyi
hedeflemektedir.
Bu modellere ek olarak "siyaset"i "şeffaflık, ulaşılabilirlik,
denetlenebilirlik" benzeri ilkelerden oluşan bir demokratik
"değerler sistemi"ne bağımlı kılarak geleneksel "temsil
kurumları"nı ıslâh etme, yerel idareleri küçük birimlere bölerek
tabanda geniş katılım sağlama ve sivil toplumun kesintisiz
müdahalesini düzenleme benzeri öneriler de yaygın biçimde
tartışılmaktadır.
Bu çerçevede, siyaset bilimcilerden yasama organlarına ulaşan bir
yelpazede arayışlar sürdürülmekte, değişik çözüm önerileri
getirilmektedir.
Bunların hepsinin de vurguladığı gibi günümüz "temsilî demokrasi"
krizinin Gordion düğümü ancak "katılım"ın sürekli hale getirilmesi
ve yatay biçimleri kapsaması ile çözülebilecektir.
Bunu sağlamak amacıyla kuramsal yayınlar, geniş katılımlı
konferanslar kadar uygulamaya yönelik öncü girişimler de hayata
geçirilmektedir.
Örneğin önde gelen demokrasi kuramcılarından Rosanvallon'un
başlattığı "Görünmeyenlerin Parlamentosu" girişimi, sesini
duyuramayan ve topluma yabancılaşan "siyaset sınıfı"nın radarına
giremeyen "ortalama" insanlara kanal açmakla kalmayarak, bireylerin
kendilerininki dışında kalan katmanların sorunlarını anlamalarına
yardımcı olmaktadır. Bu tür bireyler tarafından dile getirilerek
geniş olanları küçük risâleler şeklinde basılan, diğerleri ise web
sitesinde yayımlanan "gerçek yaşam anlatıları" toplumun
görünmeyenlerini "herkesin üyesi olabildiği" bir "parlamento"nun
temsilcileri durumuna getirmektedir.
Avustralya Parlamentosu benzeri kurumlar, hızla zemin kaybeden
"temsilî demokrasi"nin güncel krizi ve geliştirilebilecek yeni
demokrasi modelleri konusunda oturumlar düzenlemekte, "katılım"ı
genişletmeye çalışmaktadır. Bu çerçevede İsrail'de 2001'de siyasal
iktidarların onları iktidara getiren seçimlerde oy kullanamayan
gelecek nesilleri bağlayıcı kararlar almasını denetleyecek bir
"Gelecek Nesiller Komisyonu" kurulmuş, ancak karar alma sürecini
ağırlaştırdığı gerekçesiyle beş yıl sonra lağvolunmuştur.
Bu gayret ve girişimlerin somut neticeler ortaya koymadığı,
Rosanvallon'un "parlamentosu" benzeri öncü deneyimlerin ütopik
niteliklerinin ağır bastığı ortadadır.
Türkiye ve kriz
Türkiye açısından önemli olan, küresel sorgulamaya tabi tutulan
"temsilî demokrasi"nin sorunları ile değişik seçeneklerin neredeyse
hiç tartışılmaması, mevcudun "ideal" olduğunun düşünülmesidir.
Bunun istisnâsı gündemimizde kısa süre kalan "ileri demokrasi"
kavramsallaştırmasıdır. Temsilî demokrasinin küresel ölçekli
krizinden ziyade kendi örneğimizdeki yapısal sorunların
giderilmesine atıfta bulunan bu muğlâk ifadenin de içi
doldurulamamıştır.
Temsilî demokrasinin yaşadığı kapsamlı buhran, hatırı sayılır
eksiklikleri bulunan demokrasimizin sorunları ile birleştiğinde
karamsarlığa düşülmesine neden olabilecek bir tablo
şekillenmektedir.
Sivil toplumu diğer bir ifade ile "toplumsal sermaye"yi
güçlendirecek, yerel yönetimleri geliştirecek, yatay kanallar
açarak "katılım"ı sürekli hale getirecek girişimlerin "güvenlik"
riski olarak algılanması ise hareket alanını fazlasıyla
daraltmaktadır.
Demokrasimizin yapısal sorunları "temsilî demokrasi"nin küresel
krizini daha güçlü biçimde hissetmemize neden olmaktadır. Her iki
alanda da girişim yapılmaması, küresel standartlar çerçevesinde
"gelişmiş oyokrasi" sınıflamasına sokulabilecek, 1946 model,
"seçimden seçime katılım/ kazanan hepsini alır" temelli bir
"demokrasi"nin "ehven-i şerreyn" haline gelmesine neden
olmaktadır.
Bu, iki savaş arası dönem otoriterliğinin "demokrasiye uyarlanması"
karşıt tasavvuru ile kıyaslandığında, şüphesiz "ehven" bir
seçenektir. Buna karşılık, böylesi bir tasavvuru "yeterli" bulmak
sadece demokrasimizin kapsamlı sorunlarına çare bulunmasını
zorlaştırmaz, post-modern gerçekliğin dayattığı küresel krizden de
büyük hasarla çıkmamıza neden olur.