CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun adalet yürüyüşü nihayet
önceki gün İstanbul Maltepe'de bitti. İçeriğine, hedefine ilişkin
kaygılarım bir yana, başlaması, sürdürülmesi ve beklenenden daha
sorunsuz bitmesiyle demokrasi adına olumlu bir eylem oldu. Böylece,
son yıllarda sık karşılaştığımız klasik CHP destekli "militan"
sokak eylemlerine de dönüşmeyerek siyasetin "makul"de buluşmasına
katkı sundu.
Kuşkusuz başka artıları da var. Başa dönersek, Kılıçdaroğlu yola
çıkarken söylediği "diktatörlük" tezini tekzip ederken, Türkiye
demokrasisinin testten başarıyla geçmesine de vesile oldu. AB
görmez ya neyse... CHP ve Kılıçdaroğlu'nun hanesine yazılanlara
gelince... Bu yürüyüş öncelikle CHP içindeki kakofoniyi ve
"siyasetsiz muhalefeti" disipline sevk etmeden bitirdiği gibi
"hayır" cephesini de en azından şimdilik Kılıçdaroğlu etrafında
konsolide ederek yeni adayın kim olacağının işaretini verdi.
Arkasını getirip getirmeyeceği hâlâ belirsiz olsa da şimdiden şu
söylenmeye başladı; 2019'da Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın karşısına
Kılıçdaroğlu aday olarak çıkmalı. Bu, hem doğal siyasetin, hem de
yeni siyasal sistemin öngördüğü bir sonuç. Ancak, bunun olumlu
devam edip etmeyeceği bilinmiyor. Çünkü hem bu yürüyüşe damgasını
vuran siyasi akıl hem de Kılıçdaroğlu'nun siyasi geçmişi ve
ilişkileri kafalarda derin soru işaretleri yaratıyor. Bir yanda, 15
Temmuz gibi bu ülkeye derin acılar yaşatmış ve beka korkusu
oluşturmuş bir darbe girişimi var öte yanda bu gerçeği görmek
istemeyen bir siyasi aktör ve kitle var.
Onları motive eden şey de hükümetin OHAL ilan ettiği 20 Temmuz
uygulamaları. Yani işten atılmalar, haksız gözaltılar. Elbette
bunlar da siyasetin gündemindeki konular. Ancak ortada demokrasiye
ve ülkenin geleceğine ilişkin devasa bir tehdit dururken, diğerini
öncelemek şüphe yaratıyor. Kılıçdaroğlu'nun konuşması da bu şüpheyi
güçlendiriyor. 15 Temmuz darbe girişimini kınıyor, lanetliyor ama
asıl haksızlık 20 Temmuz darbesiyle yapıldı, demeye getiriyor.
Hatta toptancı bir yaklaşımla darbeye katılan askeri öğrencileri,
bir kısım askerleri "masum" olarak sahipleniyor.
Bu yaklaşımı, doğal olarak çok daha vahim bir sonuç yaratıyor.
Toplumu, birleştirmiyor tam tersine var olan ayrılığı
derinleştiriyor. Bu yüzden bu yürüyüş ve Kılıçdaroğlu'nun
söyledikleri 15 Temmuz'da tankların altına yatarak demokrasi
destanı yazan ve büyük çoğunluğu milliyetçi, muhafazakâr ve dindar
olan sosyolojide bir karşılık oluşturmuyor.
Ortada umut veren yeni bir siyaset vizyonu da yok. İşte bu durum,
CHP'nin ve Kılıçdaroğlu'nun en temel çıkmazı... Yürüyüşe karşılığı
olmayan bazı muhafazakâr ve milliyetçi siyasi aktörlerin katılması
sonucu değiştirmiyor. İstanbul Maltepe'ye gelen kitle ezici
çoğunlukla Cumhuriyet mitinglerine Gezi'ye katılan seküler bir
kitle... O kitlenin gündeminde 15 Temmuz diye bir şey yok.
İşin bir de HDP boyutu var. O da başka bir açmaz. Bırakın yakın
geçmişte PKK'nın terörle, çukur siyasetiyle Türkiye'yi ve
Güneydoğu'yu kan gölüne çevirmesini, bugün bölgede AK Partili yerel
siyasi aktörler arka arkaya katlediliyor. Tutuklanmadan değil,
öldürülmeden söz ediyorum. İspanya'da ETA'nın bir belediye meclis
üyesini kaçırıp öldürmesi sivil isyanın fitilini ateşlemişti. Ama
ne yazık ki bizde bu konu, bazı siyasilerin, medyanın ve "duyarlı"
sivil toplum örgütlerinin hiç gündeminde değil.
Aynı şeyi Suriyeli mültecilere karşı sosyal medya ve eski medyada
başlayan dışlayıcı, ötekileştirici tavırda da görüyoruz. Bütün
bunlar bir arada düşünüldüğünde durum pek parlak görünmüyor. Keşke
görünse...