Daha genç bir yazar adayıydım. İlk romanımı zor şartlar altında henüz bitirmiştim ama nasıl yayımlayacağımı bilmiyordum. Beni seven ve yardımcı olmak isteyen bir akademisyen büyüğüm birkaç yayınevi görüşmesi ayarlamıştı. Kültür camiasının içine girmek zordu. (Aslında bir paralel yapı da burada oluşmuştur.) Kitabın nüshalarını buralara bıraktım. Romanıma güveniyordum. Zaten bir roman yazmış kim romanına güvenmez ki? Ama ben yine de güveniyordum.
Ben neysem, ilk romanım da öyle idi. İçimden geldiği gibi yazmış, hiçbir denge gözetmemiştim. Romanın neden geri döndüğünü (daha doğrusu geri dönememişti bile, cevap dahi vermemişlerdi) anlamaya çalışıyordum. Sonra beni bu yayınevlerine gönderen akademisyen büyüğüm açık yüreklilikle şöyle demişti: “Markar, bizimle rahat olabilirsin ama, akademi ve kültür ortamlarında inançlı olduğunu fark ettirmesen daha iyi olur…”
Romanımda sevginin ve inancın gücü ile insanlar Türkiye'de yeni ve çoğulcu bir düzen kuruyorlardı. Bundan on sene öncesinde, sonra olabilecek politik gelişmeleri kurgulamış, aslında hayalimdeki Türkiye'yi yaratmıştım. Eski Türkiye'yi yapısöküme uğratmış ve yakın tarihle de oynayarak “İşte böyle bir gerçeklik de olabilir” tezini işlemiştim. Ruhlar âlemine girip çıkan kahramanlarım vardı.