Rönesans’ta sanatsal ifadesini bulan, sonrasında reformasyon, keşifler, modern bilimin Galile tarafından temellerinin atılmasından, sanayi devrimlerine uzanan süreci kapsayan “Aydınlanma” paradigmasının pek çok müsbet ve menfi özelliklerinden bahsedilebilir…
Ama insan uygarlığının en sarsıcı dönemlerinden olan bu sürecin
en temel özelliği “kendini eleştirme” özelliğinin bulunmasıydı.
Bu eleştiriler geleneksel yapıya yöneliyordu. Ama zaten Aydınlanma
da öyle bir günde uzaydan inmiş bir mucize değildi. Geleneksel
yapının bizzat içinden çıkmıştı. Aydınlanma radikalliğe
savrulduğunda, kendisine öncesiz ve sonrasız bir kutsiyet atfettiği
için, bugün çoğu Batılı gibi bizler de onun kendinden menkul bir
evrenselliğe sahip olduğunu varsayabiliyoruz.
Oysa, ta 11. yüzyıllarda Batıl Kilisesi içinde, mesela Aziz Anselm,
Aziz Abelard ve Aquino’lu Thomas gibi önemli din adamları, Tanrısal
olan ile doğal olan arasında bir ayırıma gitmişlerdi. Görecelik
Antik Grek’ten sonra yeniden gündeme girmiş ve hakikatin pek çok
kavrama biçimi olduğu kabul görmeye başlamıştı.